Son birkaç gündür basından üzülerek takip ediyorum; bir grup Türk akademisyen, tıp dünyasının hemen hepsinin kabul ettiği en önemli global yayınlardan biri olan The Lancet’te Sağlık Bakanlığı’nı şikayet eden bir yazı yayınlattılar. T.C. Sağlık Bakanlığı’nı Covid-19 ile ilgili rakamları gizlemekle ve bilimsel yayın yapmayı engelleyecek düzenlemeler getirmekle suçladılar.
Bu talihsiz olayın hemen ardından da Sağlık Bakanımız aynı dergide bir cevap yayınlamak zorunda kaldı.Son birkaç gündür basından üzülerek takip ediyorum; bir grup Türk akademisyen, tıp dünyasının hemen hepsinin kabul ettiği en önemli global yayınlardan biri olan The Lancet’te Sağlık Bakanlığı’nı şikayet eden bir yazı yayınlattılar. T.C. Sağlık Bakanlığı’nı Covid-19 ile ilgili rakamları gizlemekle ve bilimsel yayın yapmayı engelleyecek düzenlemeler getirmekle suçladılar. Bu talihsiz olayın hemen ardından da Sağlık Bakanımız aynı dergide bir cevap yayınlamak zorunda kaldı.
Geçtiğimiz haftanın sürprizi kolajen takviyesiydi; ilk kez bir takviyeyi, belli normlarda tavsiye ettim. Ama bunun süreceğini düşünerek, lütfen diğer takviyeler için motive olmayın. Bu konudaki duruşum geçen yazıda biraz sarsılsa da, ben unuttum siz de unutun çünkü takviye besin çılgınlıkları bitmiyor ve kolajene izin verdiğim için ‘balık yağı’ bana yalvaran gözlerle bakıyor.
Tahmin edeceğiniz üzere çılgınca tercih edilen takviyelerden biri olan balık yağı bu yazının konusunu oluşturuyor. Balık yağı, son derece zengin bir besin kaynağı ve sıklıkla tavsiye edilmesinin en önemli sebebi içerdiği omega 3.
Omega 3, hücre zarının yapısında bulunur ve vücutta üretilmediği için dışarıdan alınması gerekir. Dünya Sağlık Örgütü haftada en az iki kez balık tüketilmesini önerse de balık dışında birçok besin omega 3 içerebiliyor. Özellikle somon, ton balığı, uskumru, sardalya, morina türü balıkların yanında, ceviz, avokado, çia, kenevir, keten tohumu, lahana, soya fasulyesi ve ıspanak zengin
Sabahların vazgeçilmez rutinleri konusunda sanırım herkes hemfikir; önce kişisel temizliğimizi yapar, dişlerimizi fırçalar, giyinir, cep telefonu, cüzdan ve anahtarı yanımıza aldığımızdan emin olur ve bir de artık maskemizi kontrol eder, çıkarız. Çoğu kadının ve nispeten az sayıda erkeğin, refleks olarak yaptığı başka bir şey daha var. Deodorantımızı ve terleme önleyicilerimizi (roll-on) kullanmak.
Deodorant ve terleme önleyiciler, su, sabun, şampuanlar gibi hayatımızın vazgeçilmezleri. İçerdikleri kimyasallar yıllardır kafa karıştırıyor; kanser yapar mı, Alzheimer’a sebep olur mu? Alerji ya da böbrek hastalıkları ile ilişkileri var mı?
Teori şu; deodorant ve ter önleyicilerle alınan kimyasallar, özellikle tüyden arındırılmış bölgelerde lenf nodlarında birikiyor ve bu da meme kanserine sebep oluyor. Böbreklerde biriken alüminyum, böbrek hastalığına neden oluyor ya da vücutta birikip Alzheimer, demans veya bazı alerjilere yol açıyor...
Deodorant ve terleme önleyiciler aynı şey mi?
Sıklıkla birbirlerinin yerine kullanılmasına rağmen, her ikisi de tamamen farklı
Misal bu ya! ‘Hababam Sınıfı’nda öğretmen olsaydım lakabım ‘Takviye Düşmanı’ olurdu. Bu konuda okurlarımın da yakından tanık olduğu tavizsiz tavrıma, bazen ben bile şaşırıyorum. Birçok takviye ilaç vb. maddeler için bırakın faydasını, tam tersi olumsuz etkilerini gösteren yayınlar beni hep mıknatıs gibi çekiyor. Özellikle bilimsel veri ve dayanak konusundaki titizliğim de durmadan bu karşı duruşu dile getirmeme neden oluyor. Lakin bu karşı duruş konusunda biraz durup dinlenmenin vakti geldi diye düşünüyorum. Çünkü konu hassas; genç kalmak ve güzellik. Yazılarımı okuyan tüm kadın okurlar için kendime “Hocam bir dur!” deyip, biraz daha araştırmak istedim.
İşte size sürpriz bir doktor tavsiyesi; kolajen. Üstelik takviyesinin de işe yarayacağını söylemek mümkün. Yapılan bilimsel çalışmalara baktığımızda, ağızdan alınan kolajen takviyeleri ile ilgili ümit verici sonuçlar çıkmaya başladı. Plasebo kontrollü, deri biyopsisi ile sonuçları araştırılan çalışmalarda, cilt elastikiyeti ve
Melatonin, tam karanlık ortamda beynin salgıladığı önemli bir hormondur. Tanımdan da anlaşılacağı gibi melatoninin salgılanması için bulunduğumuz ortamın net bir biçimde karanlık olması gerekir. Uykuda salgılanıyor olduğu için sadece uyku hali yeterli değil.
Görevini, sirkadiyan ritmi düzenlemek olarak tanımlayabiliriz; vücudun biyolojik saatini korur ve ritmini ayarlar. Araştırmalar, melatoninin bunların çok ötesinde rolü olabileceğine de işaret ediyor. Bağışıklık sistemi üzerinde olumlu etki yaratıyor, bu sebeple kanser ile ilişkisi de araştırılıyor ve birkaç çalışmada gece çalışan kadınlarda meme kanseri riskinin daha yüksek olduğu sonucuna varılıyor. Hücre yenileyen, yaşlanmayı geciktiren, çocukların sağlıklı büyümeleri için son derece gerekli olan bu hormon, hava karardıktan hemen sonra salınıyor ve gece 02.00-04.00 arasında en yüksek düzeye ulaşıyor. Hava aydınlanmaya başladığında salınım seviyesi tekrar düşüyor. Sentezlenmesi için en önemli faktör ışık, sağlıklı bir sentezlenme için gece, tam karanlık ortamda uyumak
Bir süre önce WhatsApp gruplarında dönen bir ileti vardı; dünyadaki üniversitelerin ve bilim kurullarının, bilimsel üretimlerinin değerlendirmesi ve sıralaması yer alıyordu. ‘En İyi Üniversite’ değil, en iyi ‘bilim yapan’ üniversitelerini sıralıyor ve bu yılın birincisi de hemen her yıl olduğu gibi Harvard. Bu sıralama, üniversitelerin öğretim üyelerinin, uluslararası dergilerde yaptığı yayınların sayısına göre belirleniyor. Harvard’da bu rakam 925.15. İlk 10’da üç Amerikan Üniversitesi var ve maalesef ilk 500 üniversite sıralamasında, Türkiye yok. Türkiye sıralamasında ise birinci sırada Bilkent Üniversitesi var yani bir vakıf üniversitesi. Onun skoru ise Harvard’ın 952.15 olan derecesinin yanında sadece 13.59.
Türkiye’de 73’ü vakıf üniversitesi olmak üzere 200 civarında üniversite ve toplam 8 milyona yaklaşan öğrenci bulunuyor. Bu 200 Türk üniversitesinden hiçbiri ilk 500’ün içinde değil. Bugünlerde de niye çok fazla bilimsel yayın
Bu konuyla ilgili onkoloji kongrelerinde zaman zaman konuşur, tartışırız. Birçok konunun hayatımızın merkezine girmesi için gereken son dokunuş olmadığı için, genelde fikirler kongre koridorlarında kalır. Ama bu hafta o son dokunuş yani ‘medya gündemi’ oluştu ve uygulamayı bir türlü gerçekleştiren ve herkesi panikleten malum soru, ulusal anlamda tartışılır hale geldi; Meme silikonu kansere sebep olur mu?
Lafı evirip çevirmeden, herkesi rahatlatacak cevabı vermekte fayda var: Hayır, kanser yapmaz ama az da olsa cilt lenfoması yapma ihtimali var. Bu da biraz dikkatli davranırsak, hayatı etkileyen bir durum oluşturmaz.
Silikonlar beklenenin ve iddia edilenin aksine kansere sebep olmaz, meme cildinde lenfomaya, ‘Kutanöz T Hücreli Lenfoma’ dediğimiz hastalığa sebep olur. Konuyla ilgili Alman uzmanların çok yakın dönemde, 2018 yılında yaptıkları bir araştırma bizi böylesine rahat konuşturan en önemli çalışma. Bu araştırmada, 50 yaş seviyesinde 35 bin meme silikonlu kadında görülen kanser vakası sadece bir adet olarak raporlanmış. 70 yaş seviyesinde 12 bin meme
Yaz-kış güneş koruyucumuzu kullanmadan dışarı çıkmamamız gerektiğini hepimiz biliyoruz. Üstelik güne başlarken bir kez uygulamak yeterli değil, her 2-3 saatte bir tekrarlanmalı. Ama her zaman aklımıza takılan bir soru var: Hangisini kullanmalıyız? Son yıllarda daha da sık kullanmaya başladığımız renkli güneş koruyucular, ciddi olarak hayat kurtarmaya başladı, özellikle de benim gibi fondöten ya da pudrayı sürekli kullanmanın cilde zararlı olduğunu düşünenler için. Renkli güneş koruyucularıyla bir taşla iki kuş vurup; hem güneşten cildinizi koruyorsunuz hem de yüzünüzdeki lekeleri kapatıyorsunuz...
Renkli güneş kremleri, cildinizi sağlıklı ve genç tutmak için SPF koruması sağlarken aynı zamanda kapatıcı özelliğe de sahiptir; cilt tonunu dengeler. Renkli olmasının sebebi içerisindeki mineraller; çinko, titanyum ve demir oksit içerikleridir. Aceleyle, özensizce sürdüğümüz diğer kremlerin aksine rengiyle ve uygulandığında ciltte yarattığı ton farkı sebebiyle cildin her noktasına yeterli miktarda sürdüğümüzden emin