Yeşilçam filmlerinin kanserin kötü algısında çok önemli bir rolü olduğunu düşünürüm; aklımıza yerleşen sayısız repliklerle, umutsuz, tedavi edilemeyecek, vedalaşmayı gerektiren bir hastalık olduğunu kanıksadık hepimiz. Oysa kanser konusunda gün geçtikçe artan bilgimizin, bizlerin bu konudaki algısını değiştirmesi gerekiyor. Aynı, şeker ya da kalp hastalığı tanısı aldığımızda tedavi sürecinin başladığını ve yaşam tarzımızın değişeceğini düşünmemiz gibi kanser tanısı aldığımızda da aklımıza gelen sadece öleceğimiz fikri olmamalıdır. Tanıyı aldığımızda düşünmemiz gereken şey ölüm ve vedalaşma değil; `En iyi tedaviyi nerede alabilirim?’ ve’ Bu süreçte nasıl organize olabilirim?’ olmalıdır. Şunu lütfen aklımızdan çıkarmayalım ve umutlu olalım; günümüzde birçok kanser türünü tedavi edebiliyoruz ya da en azından kronik hale getirip, yakalanan insanların ömrünü uzatabiliyoruz. Eğer hastalığı erken evrede yakalamışsak bilinen tüm dengeleri daha güçlü
Çocukluğumuzdan bugüne bize ezberletilmiştir; protein, karbonhidrat ve yağlar hücrenin yapı taşlarıdır ve diyetimizde bulunması gerekir. Ancak 1 gram yağın verdiği kalori, 1 gram protein veya 1 gram karbonhidratın verdiği kaloriden çok daha fazla olduğundan mı? Yoksa doymuş-doymamış ya da iyi-kötü yağ diye oluşturduğumuz algıdan mı bilinmez, bizler ısrarla yağdan kaçınarak, yediklerimizin protein ve özelikle karbonhidrattan zengin olmasına eğilim gösteriyoruz.
Oysa bize öğretilenlerde gözümüzden kaçan bir kavram var:
Esansiyel amino asit ve esansiyel yağ asidi. Esansiyel, vücutta sentezlenmeyen ancak hücrenin temel yapı taşı olduğu için dışarıdan alınması gereken demektir. Esansiyel aminoasit ve esansiyel yağ mevcut ancak farkındaysanız ‘esansiyel karbonhidrat’ diye bir kavram yok. Çünkü alınan protein de yağ da vücutta her şekilde şekere çevrilir ama dışarıdan besinlerle almadığımız esansiyelleri vücutta başka şekilde oluşturma şansımız yoktur.
Özetle, sıklıkla kötü olduğunu düşündüğümüz yağlara ciddi
Her şeyin yabancısı daha iyidir ön yargısından ya da geldiği yerin maneviyatından olsa gerek, marketlerde normal tuzdan katbekat pahalıya satılan bir tuz var: Himalaya. Tükettiğimiz tuz Himalaya’dan olunca, fazlasının zararlı olduğu gerçeği ortadan kalkmıyor bilesiniz... Türkler’in milli özelliği olan, tadına bakmadan tuz atma alışkanlığına bir de havalı çeşitler eklenince işler iyiden iyiye karışıyor.
Tuz; yüzde 98’i sodyum klorürden oluşan bir mineraldir. Hâlihazırda tuzlu olan suyun buharlaştırılması veya yer altı tuz madenlerinden katı tuzun çıkarılmasıyla üretilebilir. Soframıza ulaşmadan önce de belli arıtma işlemlerinden geçer. İnsanlar binlerce yıldır yemeklerine tat vermesi ve besinlerin korunması için tuz kullanıyor. Sodyumun vücutta çok sayıda görevi var; sinir ve kas sisteminin düzgün çalışması, sıvı elektrolit dengesi, hücresel aktivitenin korunması ve kan basıncının kontrolü için gereklidir. Vücutta fazla veya düşük miktarda bulunması zararlıdır. Tüm bu sebeplere bağlı olarak, diyetimizden tamamen
Malumunuz ben çiftçi değilim, ziraat mühendisi de değilim, gıda mühendisi hiç değilim... Ama konunun sonu kansere dayanıyorsa, PubMed’e girip, bilmem gereken ne var diye bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Ne zaman bu tür bir ‘göz atma’ işine girişsem, yazacak ya da sorgulanacak bir malzeme bulmak hoşuma gitmiyor ama doktorluk da günden güne tedavi etmekten öte, sorunla hiç karşılaşılmayacak yaşam biçimleri yaratmaya doğru evriliyor.
Son günlerde sıklıkla gündeme gelen glifosat da es geçilmeyecek benzer bir konu ve ilgili herkesin bakmasında fayda var. Kanser yaptığına dair zaman zaman gündeme geliyor ve üstelik bugünlerde açılan davalarla yeniden konuşuluyor.
Glifosat, tarımda bitkiyi yabancı otlardan korumak için, kentsel alanlarda da bitki örtüsünün kontrolü için yaygın olarak kullanılan bir bitki koruma ürünüdür. Tüm bu kullanım genişliği söz konusu olduğunda, glifosatın yiyeceklerden solunan havaya, su ve yağmurdan insana kadar tespit edilebilir ya da rastlanır olması sürpriz değil.
Uzun bir süredir sağlık turizminde önemli merkezlerden biri olan Türkiye, başarıyla ve kaliteli insan kaynağıyla yönettiği pandemi döneminin ardından daha da yıldızı parlayan, bu konuda kalite normları değişen bir destinasyon haline geldi. Sağlık hizmetinin yanına eklemlenen, coğrafi özellikleri, doğal güzellikleri ve ekonomik avantajlarının birinci sırasına, bir başka (zaten var olan)
özelliğini de ekleme fırsatı buldu; çok nitelikli bir sağlık çalışanı kadrosu... Bu gündem fırtınası bitip, herkes kısa bir yakın geçmiş tahlili yapmaya başladığında bu başarı, ülke hanemize daha da net rakamlarla yazılacaktır. Düşüncem, önümüzdeki süreçte çok sayıda yabancının ülkemizi güvenli ve kaliteli sağlık destinasyonu biçiminde kodlayacağı ve tedavi edilmek üzere buraya geleceği yönünde.
Sağlık turizmi, insanların sağlığına kavuşmak ve yanı sıra kültürel, doğal vb. deneyimler de yaşamak için ikame ettiği ülkeden başka yerlere gitmesidir. Antik dönemde ya da daha öncesinde var olan şifa arayışının
Bulgu ve şikayetler belirmeden, testlerle kanserin tespit edilmesine tarama denir. Ana amacı, hem hastalığa yakalanan hem de kanserden ölen insan sayısını azaltmak. Sağlık Bakanlığı, meme, rahim ağzı ve kolon kanserlerine karşı tarama yapsa da her kanser türünün kendine özgü taraması olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Meme kanseri: Öncelikle kendi kendine meme muayenesi çok önem arz ediyor. Amaç, kadının kendi memesini daha iyi tanıması ve değişiklikleri ilk kendisinin fark edebilmesidir. 20 yaşından itibaren her ay düzenli olarak gerçekleştirilmelidir. Öncelikle gözlem yapılmalı; meme derisi, şekli ve boyutu değerlendirilmelidir. Elle muayeneyi, 20 yaşından sonra her kadın hem ayakta hem de yatarak yapmalıdır. Elin üç parmağının iç yüzeyiyle hafif, orta ve daha kuvvetli baskı uygulayarak muayene edilir. Koltuk altı lenf bezleri mutlaka kontrol edilmelidir. Klinik muayene yani bir doktor muayenesi, yine 35 yaşından sonra her kadına yılda bir yapılmalı, 40-69 yaş arası her kadına da iki yılda bir mamografi çekilmelidir.
Rahim ağzı kanseri: Neredeyse tüm rahim ağzı
Belli bir yaşın üzeri, erkek ve kanser kelimelerini aynı cümlede bir araya getirdiğimizde herkesin aklında şekillenen tek tür var; prostat kanseri. 65 yaş üstü erkeklerde, deri kanserinden sonra en sık görülen türdür. 40 yaş altında nadiren rastlanırken, çoğu başka nedenlerden dolayı hayatını kaybeden erkeklerde yapılan otopsi istatistikleri, 85 yaş üstündeki erkeklerin yüzde 75’inin prostat kanseri olduğunu göstermektedir. Belli bir yaşın üzeri, erkek ve kanser kelimelerini aynı cümlede bir araya getirdiğimizde herkesin aklında şekillenen tek tür var; prostat kanseri. 65 yaş üstü erkeklerde, deri kanserinden sonra en sık görülen türdür. 40 yaş altında nadiren rastlanırken, çoğu başka nedenlerden dolayı hayatını kaybeden erkeklerde yapılan otopsi istatistikleri, 85 yaş üstündeki erkeklerin yüzde 75’inin prostat kanseri olduğunu göstermektedir. Yaş, aile öyküsü ve beslenme en önemli risk faktörleridir. Yaşla birlikte görülme sıklığı artar. Aile öyküsü kadar genetik
Cehalet kadar kötü bir şey cinsel ayrım yapar da, kanser ondan geri kalır mı? Kanser daha az kötü olsa da cehaletle yarışmayı bırakmıyor... Bir doktor olarak bir kadına meme kanseri olduğunu açıkladığınızda, size “Mememi alın ve beni bu hastalıktan kurtarın” der. Bir benzeri, bir erkeğe prostat kanseri olduğunu açıkladığınızda ilk sorduğu ya da soramayıp kızaran bir yüzle ifade ettiği şey, cinsel hayatının devam edip etmeyeceği olacaktır...
Yanı sıra, “Cinselliğimi kaybedeceksem öleyim” anlamında peşi sıra gelen tepkileri, hemen her yaş ve sosyo-kültürel düzeydeki erkek hastalarda görmek mümkün. Maalesef, erkeklerdeki kanser vakalarıyla kadınlarda görülen vakalar arasındaki fark, biraz da karikatürize ettiğimiz bu durumla kalmıyor. Mesela 2017 yılında yayınlanan bir çalışmada, kanserin erkeklerde yüzde 20 daha fazla görüldüğü, kayıp oranının da kadınlardan yüzde 40 daha fazla olduğu rapor ediliyor.
Malum kadın mağduriyetlerinin ayyuka çıktığı günümüzde, kadınlara gücü yetmeyen bir kanser kaldı diye