Tarifi öyle zor ki... Kabul etmesi imkansız... Belki dışarıdan görenler garip karşılayacaklar ama o kadar hazırlıksız yakalandık ki... O varlığıyla bile her daim yol gösteren bizim en parlak yıldızımız, o bizim karanlık sulardaki deniz fenerimiz; bizi en sert rüzgarlara hazırlayan, o fırtınalarda sığınılacak liman...
Öyle ölümsüz ki tiyatro için, olağan bir vedalaşmayı imkansız kılıyor. O, kadın-erkek demeden, Cumhuriyet tarihimizde tiyatroya yön veren, en büyük yıldız, yeri dolması, yerine konması imkansız.
Amerikalılar bir sabah uyansa ve Özgürlük Heykeli yerinde olmasa, ne kadar şaşırırlarsa, o kadar şaşkınız şimdi... Hiç hazırlamamışız kendimizi ve bir abide olarak hep başımızda duracak demişiz, demek ki... O kadar çaresiz, o kadar kimsesiz, o kadar nirengisiz... Çok zor çok! Tesellimiz, ondan öğrenmiş olmak, onun renkleriyle boyanmak, onunla dolu olmak, aynı sahneyi paylaşmış olmanın ayrıcalığını bir nişan gibi taşımak. Yıldız Hoca’nın o hiç sönmeyecek ışığında tiyatroyla yol almak... Türkiye’nin başı sağolsun...
Birkaç sene
Osmanlı’nın başkentleri, tarihin mimari zenginliğini bütün ihtişamıyla bugüne taşır... Padişahların, tarihte iz bırakma ve büyüklüklerini gösterme biçimi olarak, eşsiz mimari eserlere isim verme arzusu, muhteşem bir zevk ve kültürel birikimin yansımasına olanak vermiş. Bir de ‘Koca Sinan’ gibi olağanüstü bir mimarla Osmanlı padişahlarının en bilgili, en kuvvetli, en aydın ve en sanatseverlerinin devri denk düşünce, ortaya dünya çapında başyapıtlar çıkmış. Hele ki bir de başkent seçilmiş şehirlerde mimari, adeta gelecek için Osmanlı’dan atılmış bir imza...
“Osmanlı başkentleri” deyince; Bursa, Edirne ve tabii ki İstanbul gelir akla... Aslında Osmanlı Beyliği’nin ilk başkenti, Ertuğrul Bey’in Bilecik’i fethiyle birlikte Söğüt’tür. Ertuğrul Gazi’nin türbesi de orada yer alır. Ancak, Osmanlı’nın büyüyerek büyük bir devlet haline dönüşmesi itibarıyla ilk başkent Bursa olarak kabul edilir. 39 sene sonra Murad Hüdavendigar yani, 1. Murad ile Edirne yeni başkent
Her gün başka bir yerde uyandığım günlerden geçiyorum yine... Turneler, paneller, aile gezileri vesaire derken, benim leyleğin ‘gagası’ yer görmüyor yine... Sosyal medyada yeni yerler ve keyifli keşifler paylaşınca, sürekli tatil halinde gününü gün eden bir kadın imajı çiziyorum sanırım. Eh, Instagram’ın bana verdiği yetkiye dayanarak, yaşadığım günlük iş koşuşturmalarını, sıkıntılı süreçleri filan filtreliyorum bir güzel, süzgecin üzerinde kalan kaymak çoğunlukla sosyal medyaya yansıyan... İşimi yaparken de tatil havamı bozmadığım için, çok yalan da sayılmaz. Başa gelen zorlukları, biraz keyifli hale getirecek lezzetler bulmazsak gün içinde, çalışmak ızdırap olurdu doğrusu...
Sevdiğim bir mesleğim olduğu için hep şükretmişimdir ama çalışmak ve günlük hayat koşuşturmasından şikayet etmeden, keyifli dakikalar yaratmak gibi bir meziyet kazandığım için de kendimden çok hoşnutum. Tam da bu noktada imdadıma, iflah olmaz yemek düşkünlüğüm yetişiyor. Her gittiğim yerde yeni
Aynı yaşta ve doğal olarak aynı sınıf kadamesine devam eden iki lise öğrencisi, ortak bir muhabbet kurmakta bile zorlanıyorsa, sevdikleri-bildikleri-takip ettikleri hiçbir şey birbirini tutmuyorsa, üstelik bu gençler aynı ülkenin, hatta aynı şehrin çocuklarıysa, gelecekte bir arada nasıl sağlıklı toplumsal iletişim kurulacak? Ortak hedeflerde nasıl buluşulacak? Dinledikleri şarkılardan, izledikleri dizilere, güldükleri filmlerden oynadıkları oyunlara kadar birbirine yabancı, kopuk ve toplumsal yarılmanın sarp kıyılarında kalmış gençlik, dünya rekabetinde ülkesine nasıl yer açacak? Yeni yetişen neslin arasındaki bu büyük uzaklık nasıl aşılacak? Ortak bir kültür kilimine basmadan büyüyen çocuklar, apayrı motifler olarak birlikte büyük bir desen oluşturmayı nasıl sağlayacak?
Nostalji romantizmi için değil, ülkemizin geleceği için, lütfen hatırlayın; çok şeyimiz yoktu ama neyimiz varsa çoğu ortaktı... Hatta aileden yadigârdı ‘yağ satarım bal satarım’, ‘misket’, ‘yakar top’ ve ‘sek
Tiyatro oyunumuz ‘Hoşgeldin Boyacı’, altıncı sezonunu Zürih’te açtı bu sene... Bu vesileyle, ben de hayatımda ilk defa şehri görmüş oldum. Bir sonraki uçakla yanıma gelerek, bana sürpriz yapan ve seyirciyle yaşadığımız heyecanı paylaşan Ada ile, oyundan sonra iki günlük küçük de bir tatil kaçamağı yapmış olduk. Toplam dört günlük maceramız ve yönetim biçimi, farklı kurallarıyla eşi benzeri olmayan bu ülkeye ait notlarım
ve izlenimlerim...
İlginç bilgiler
İsviçre’nin en büyük kenti Zürih, ekonomik ve kültürel başkent olarak kabul görüyor. Malum, ülkenin resmi başkenti yok! İstanbul’dan gidenler için küçücük bir kent. Merkez nüfus 500 bin civarı, yani Kadıköy kadar bir yer. Zaten İsviçre’nin ülke nüfusu, İstanbul’un yarısını anca buluyor. Ülkenin dörtte birini de yabancılar oluşturuyor. 26 kantona ayrılan İsviçre’nin, dört resmi dili var. Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romanşça... Ama kullanılan
Hafıza, hayatta insanı başarılı kılmak için gerekli en önemli beyin fonksiyonu... İleride tıpkı elektronik aletlerde olduğu gibi, insanlar için de dışarıdan takılıp, fazladan alan yaratabilecek harici hafıza kartlarının olabileceği söyleniyor. Hatta bu konuda AR-GE çalışmaları bile yapılıyormuş. Bilim, insan beynini tam olarak çözemeden, beynin işlevleri yerine ikame edecek teknoloji de çok kolay geliştiremeyecek gibi... Hafıza da beyin konusunda bilim insanlarını meşgul eden alanların başında yer alıyor. Sonuçta, kimi insanın hafızasının kuvvetli, kimisinin zayıf olması; akıllı telefonlardaki gibi ‘gigabayt’ alan genişliğine bağlı değil. Kısaca, hafızamızla ilgili yaşadığımız sorunlar, alanın dolmuş olmasından kaynaklanmıyor.
Hafızaya gelen veriyi işleme, muhakeme etme, sonuç çıkarma ve elde edilen veriyi kategorize ederek, doğru saklama alanına almak gibi bir sürece işaret eden, beyin işletim sisteminin etkili çalışması önem kazanıyor. Neticede, zaten beynimizi, tam kapasite kullanmadığımızı biliyoruz. Tıpkı son model bir akıllı telefonun, teknolojiyle arası olmayan eski nesil
Günlük dilimize yerleşmiş, uzun bir meseleyi 2-3 kelimeyle anlatan deyimlerimiz, iletişimi kolaylaştıran, derdimize derman olan ve diyalog mesafesini kısaltan, temel dil öğeleri... Kullandığımız deyimlerin niyetini biliyoruz ama neye istinaden söylendikleri hakkında pek bilgimiz yok. Genellikle, deyimlerimizin kökenindeki hikayeleri tahmin etmeye çalışıyor, hayal gücümüzde kurgular yaratıyoruz. Elbette, bir deyimin üremesine vesile olan, tarihin tanıklık ettiği olaylar, bugünün aklıyla tahayyül edilebilir olmuyor, hatta masalsı hikayeleriyle insanı çok şaşırtıyor.
Aslında bugün de farkında olmadan hâlâ deyimler üretmeye devam ediyoruz. Mesela, çağımızı etkileyen siyasi kişilerle ilgili dilden dile yerleşen söylemlerden bir kısmı, benzer durumu anlatmak için kullanılacak bir söz öbeği olarak geleceğe miras kalacak ama büyük ihtimalle yeni nesiller, kendini ifade etmek için deyimi yerinde kullansa da, hikayenin aslını, bahsi geçen kişiyi ya da olayı bilmiyor olacak...
Tıpkı bugün “Anlat derdini Marko Paşa’ya”
‘Milli park’ değerlendirmesi
Dikkat! 1986 yılında Milli park ilan edilen, 9 bin 614 hektar alana yayılan Göreme Milli Parkı, salı günkü Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle ‘milli park’ özelliğinden çıktı. Milli park, koruma altına alınmış doğal ortam anlamına geliyor. Bu arkeolojik ya da jeolojik bir alan da, soyu tükenmekte olan canlıların yaşadığı bir bölge de olabilir. Göreme Milli Parkı, şu dünyayı köşe bucak gezip gelen herkesin ‘en’leri listesinde kalacak bir güzelliktir. Yine 1985 yılından beri Dünya Mirası Sit Alanı’dır. UNESCO Kültür Mirası Listesi’nde yer almaktadır. Türkiye’nin hazinesidir. Büyüleyicidir. Doğa ve tarihin iç içe geçtiği bir insanlık tarihi resmidir. Benim kelimelerim kifayet etmez o güzelliği anlatmaya... Dokunulmamalıdır. Çivi çakılmamalıdır. Yanına, berisine taş konulmamalıdır. Ülkede en milli park ilan edilecek yerdir.
Ben bu satırları yazarken, konuyla ilgili, ‘Kapadokya Alanı’ ilan edilen daha geniş bir bölgenin