Tarifi öyle zor ki... Kabul etmesi imkansız... Belki dışarıdan görenler garip karşılayacaklar ama o kadar hazırlıksız yakalandık ki... O varlığıyla bile her daim yol gösteren bizim en parlak yıldızımız, o bizim karanlık sulardaki deniz fenerimiz; bizi en sert rüzgarlara hazırlayan, o fırtınalarda sığınılacak liman...
Öyle ölümsüz ki tiyatro için, olağan bir vedalaşmayı imkansız kılıyor. O, kadın-erkek demeden, Cumhuriyet tarihimizde tiyatroya yön veren, en büyük yıldız, yeri dolması, yerine konması imkansız.
Amerikalılar bir sabah uyansa ve Özgürlük Heykeli yerinde olmasa, ne kadar şaşırırlarsa, o kadar şaşkınız şimdi... Hiç hazırlamamışız kendimizi ve bir abide olarak hep başımızda duracak demişiz, demek ki... O kadar çaresiz, o kadar kimsesiz, o kadar nirengisiz... Çok zor çok! Tesellimiz, ondan öğrenmiş olmak, onun renkleriyle boyanmak, onunla dolu olmak, aynı sahneyi paylaşmış olmanın ayrıcalığını bir nişan gibi taşımak. Yıldız Hoca’nın o hiç sönmeyecek ışığında tiyatroyla yol almak... Türkiye’nin başı sağolsun...
Birkaç sene önce, özellikle çocuklar Cumhuriyet’e yön veren kadınları yakından tanısın, ilham alsın diye, Köstebek yayınları ‘Kim Demiş ki Ben Yapamam?’ isimli bir kitap hazırladı. Çevrenizdeki çocuklara da almanızı tavsiye ederim. Onun içinde benim payıma da, hocam Yıldız Kenter’i anlatmak düşmüştü. Zeynep Özatay’ın çizimiyle benim cümlelerim buluşmuş, küçük Yıldız’ın büyük bir yıldıza dönüşme hikayesi minikler öğrensin, büyükler de hatırlasın diye okurla buluşmuştu... Bu satırları paylaşarak vedalaşmak istiyorum şimdi ve hocama her şey için bir kere daha teşekkürü borç biliyorum. Ardından “Helal olsun” demek öyle garip geldi ki; sen hakkını Türk tiyatrosuna helal et Yıldız Hoca...
“Bembeyaz saçaklı, işlemeli tavanlı, tıpkı masallardaki prenseslerin yaşadığı türden bir köşkte, 1928 Ekim’inin 11’inde doğuyor Ayşe Yıldız. Dışarıdan görenleri büyüleyen bu muhteşem köşkün içinde öyle fakir bir yaşam var ki o sırada... Öyle ki aileye beşinci çocuk olarak katılan Ayşe bebek doğduğunda, annesi yavrusunu sarmak için çarşaftan başka bir şey bulamaz. Bu ev ne şaşaalı günlerin hatırasını taşır oysa... Büyükbaba Ayan Azası, büyük büyükbaba Bağdat Kadısı... İkisi de önemli görevleriyle Osmanlı Sultanı’na bağlı. Küçük Yıldız’ın babası bir prens gibi yetiştiği bu evden eğitim için İngiltere’ye yollanır. Okulunu bitirip vatanına dönmek üzereyken, İngiliz bir kıza aşık olur. Evlenip, Çamlıca’daki köşke yerleşirler. Ahmet Naci Bey dış işlerinde hızla yükselmekteyken, hatta Lozan Anlaşması sırasında İnönü’ye katiplik etmişken, çıkan yeni bir kanun sebebiyle işinden olur. Eşi yabancı olanların, dış ilişkiler için çalışması yasaklanmıştır.
İşte o günden sonra baba Naci Bey bunalıma girer ve alkolik olur. Yıldız büyürken evinde hep fakirlik vardır. Ama yine de anne-babasının aşkıyla kurulan yuvaları neşeli, mutlu ve kalabalıktır. Evlerinin içi her zaman tiyatro sahnesi gibi farklı yaşamlara ev sahipliği yapar. Annesi, kendi fakirliklerini umursamadan, sokakta ihtiyaç duyan her canlıyı eve getirir. Fransız kaçağı Mösyö Dörö, “Cok” diye çağırdıkları İskoç, dilenci nine, yeni doğum yapmış evsiz anne ve pek çok kedi köpek misafirleri olur yıllar içinde... Farklı yaşamlarla ve karakterlerle böyle tanışır Yıldız.
Anneanne ve dedesinin bir zamanlar İngiltere’de gezici tiyatro topluluğu olduğunu da öğrenir. Genetik kodlarla hayatın önüne getirdikleri birleşince, tiyatro
oyuncusu olmaya karar verir. Ama ilk önce annesi karşı gelir bu isteğine, sonra da abisi... Kadınların sahneye çıkmasına pek iyi gözle bakmazlar o dönemde. Hanımefendi kadınlara yakışmayacağını düşünürler. Hoş, bugün bile dolaşır ortalarda böyle cahil düşünceler. Yıldız inat eder ve babasını ikna eder. İngiliz anne daha tutucudur, aydın fikirli Osmanlı babaya göre...
Yıldız, toplumun ne dediğiyle ilgilenmeden hayallerinin ve içinde hissettiği yeteneğinin peşinden gider. Konservatuvar eğitiminde çok başarılı olur ve mezun olur olmaz Devlet Tiyatroları’nda Shakespeare’in ‘12. Gece’ oyununda başrolle sahneye çıkar. Kardeşi Müşfik Kenter’le efsane iki oyuncu olarak kendi tiyatrolarını kurarlar. Bir yandan hayatını oyunculuk eğitmenliğine adar, İngiltere ve Amerika’daki gelişen oyunculuk tekniklerini takip eder, ardından gelen nesillere hocalık eder.
Türkiye Cumhuriyeti’nde yetişen en az dört nesil, Yıldız Kenter’in eğitiminden geçer, ‘Hocaların Hocası’ olarak tarihe yazılır. Gökten üç elma düşer... Biri Türk tiyatrosuna, biri bu satırları okuyan geleceğin tiyatrocularına, biri de öğrencilerinden biri olmaktan ve size bu satırları yazmaktan gurur duyan bana...”