Kesinlikle serginin duyurulduğu gibi Yıldız Moran okullu bir fotoğrafçı olduğu için değil! Yıldız Moran, iyi bir fotoğrafçı olduğu için! İşin eğitimini almış olması elbette önemli ama Yıldız Moran’ın en büyük özelliği okulluluğu, İngiltere’de okumuşluğu veyahut Robert’li olmasından gelmiyor. Yıldız Moran’ın duyarlılığından geliyor. Duyarlı bir çift göze sahip olmasından. Döneminin egemen erkek bakışına alternatif üreten görme biçimlerine sahip olmasından ve yenilerini üretme kapasitesinden geliyor. Yıldız Moran karelerinin içinde en çok unutamadıklarım İngiltere’de çektiği kadın portreleridir. Pera’daki sergide bu portreler yok.
Lakin bu portreler yerine Türkiye’ye döndükten sonra çektiği Mücap Ofluoğlu gibi celebrity -ünlü- portreleri var. Bu portreler okullu portrelerine göre çok daha net. Çektiği kişiye öncelik veren işler. Okul dönemi portrelerinde günün kadınından, günün Batılı kadınına yüklediği anlamdan, kadın olmaktan ve her seferinde olmayı seçmekten yana elemanların çokluğu karşısında etkilenmiştim. Portreciliğinde kişiyi biricik kılarken onu iç dünyasıyla birlikte bir yabancıdan çok tanıdık kılanın ışığından ileri geldiğini düşünüyorum.
Sanatçının, anne ve çocuğu
Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’de açılan sanat fuarının katılımcıları için hayli gergin dakikalar...
Ünlü mimar Norman Foster’ın, çölün ortasına büyük bir iddiayla kurduğu bina, 1993 yılından beri Körfez’de yaşanan en büyük fırtınaya dayanamadı.
Katılımcıların bazı eserleri su aldı. Ağır tahribat söz konusu...
Başka bir mekan tahsis edilecek.
Bu başka mekanda ise tahrip olan eserler yerine onların iPad’lerdeki temsilleri gösterilecek...
Bu saatten sonra sergi kurulması zor.
Bu arada fuar yetkilileri, mahcup ve perişan, çölün ortasına çağdaş sanat götürmenin ve getirmenin onurunu tam yaşıyor sanarken doğanın azizliğine uğramaktan hayal kırıklığı içinde, af diliyor. Katılımcıların bütün masraflarının karşılanacağına dair garantiler veriyor. Ve elbette bütün katılımcıların gözleri Şeyh’i arıyor.
Aslında pek çok konuyu birden yazma isteği hiçbir şey yazamama halini de beraberinde getiriyor. Üç kutuyla anlatmak da yazının kendi ruhuna karşı ters bir aura geliştiriyor. Kutu kutu nereye kadar... Sınırlara inanmıyorum bir kere. Bir kutu diğerinin içinden çıksın öbürüne de sataşsın istiyorum. Ayrı ayrı üç kutu yazdığımda bu pek mümkün olmuyor. Her bir kutu kendi bağımsızlığını ilan ediyor. Oysa düz yazıda bu imkan var. Görünmez kutular oluşturmak birbirinin içinden onları geçirmek... Yani biçim kadar içerik de önemli demek istiyorum sanırım. Geçtiğimiz günlerden uzun bir tanesini evde geçirdim. Benim evde olduğumu gören mahalleli aşure yolladı. Ayrıca annem de gelen aşurelerle içten içe bir rekabete girme isteğine kapılarak kendi aşuresini pişirdi. Kendi kutusunu inşa etti adeta...
Annemin aşuresinin şeker oranını ölçmek bana düştü.
Çünkü evde tek Karatay diyeti yapmayan bendim.
(Canan Karatay dolandırıldığından beri bu diyetten soğudum.)
Eve gelen diğer aşureleri, annemin aşuresiyle kıyaslayacak olan da bendim.
Bir kez adımız eleştiriciye çıkmış. Görevime sadık ve titiz, aşureleri hem onun aşureleriyle kıyasladım hem de tek başlarına değerlendirdim.
Bu arada
Bülent Arınç’a gazeteci arkadaşımız “biraz alakasız olacak” ekini ihmal etmeden, turkuvaz mavisi halıları soruverdi. Doğrusunu isterseniz çok iyi etti. Arınç, kırmızı halılar dönemi kapandı diyerek onların yerini çok özel ve Türklere mahsus bir renk olan turkuvaz mavinin aldığını belirterek aslında önemli ve “plastik” bir açıklama yapmış oldu.
“Renkçi” kabine, Türk resmindeki Mavi grubu anımsattı bana. Geçtiğimiz günlerde Devrim Erbil, öğretim üyesi olarak çalıştığım Okan Üniversitesi güzel sanatlar fakültesi moda ve tasarım bölümünün konuğuydu. Öğrenciler, geçmiş günlerini sordu da anlattı. Sarkis, Altan Gürman, Tülay Tura ve onun da yer aldığı Mavi grubunu... Mavi grubu, öğrencilerin sandığının aksine Alman dışavurumcu hareketten almamıştı adını. Soyut sanat gibi bir çalışma alanına da sahip değildi. Grup üyeleri, düşünmüş, taşınmış, İstanbul’un renginin mavi olduğuna karar vermişti. Mavi grubu da İstanbullu sanatçılardan oluşuyordu. Kendilerine mavi ismini bu yüzden vermişlerdi. Türkiye yakın dönem sanatının militarizm ve bürokrasi karşıtı, Mavi grup üyesi Altan Gürman, yaşasaydı, kırmızı halıların yerini turkuvaz mavisi halılara bırakmasına ne derdi? Çok merak ettim
Yaklaşık on beş yıldır takip ettiğim ve resimlerini izlemeyi çok sevdiğim sanatçı Antonio Cosentino son sergisiyle bambaşka bir istikametin yolunu tutturduğunu gösteriyor. Bu istikamete onu bugüne kadar geçtiği yolların götürmediğini iddia etmek imkansız. Sadece bir sergiliğine bugüne kadar onu o yapan bazı şeylere ara vermiş, diyelim. Yıllardır kendine tema, yuva ve yurt edindiği kente hiç olmadığı kadar kişisel yaklaşmış.
Onun ne kadar hızlı değiştiğine değil, o bu kadar hızlı değişirken, Cosentino’da neler sabit kalmış, değişmemiş, değişememiş, bunları süzmüş. Kasapların soğuk duvarlarını sıcak kılan resimler gibi resim yapmamış örneğin... Kasabın eti sarmaladığı kağıdı kendine fon edinmiş. Tekrara önem vermiş. Tekrarlarını pop artistik bir yaklaşımla yapmaktan kaçınmazken tuvallerini, tıpkı sergisine ismini veren Kumkapı gemisi gibi ütopyan, çok dilli, melez bir üslupla boyamış. Kumkapı gemisinde, hem savaş gemisi Aurora’dan hem de Sait Faik’in bir hikayesinde Türk çocukların Rum çocuklara ait olduğu için batırdığı edebi bir gemiden yola çıkarak yaptığı, hem sinagog hem mescit var. Hem lunapark hem alışveriş merkezi... Özellikle otel resimlerinde de öyle... Hem içerisi
Dikkat müdahale var sergisi ismini, sergilediği işlerden bir tanesi vatandaş tarafından şikayet edilince Kesin Bilgi: Müdahale var ismiyle değiştirdi. Böylelikle bir ilk yaşandı. Sürece göre isim değiştiren sergi olarak tarihe geçti. TÜYAP sanat fuarında sergiyi gören bir vatandaşa göre Nova Kozmikova’nın Akıyordu! adlı kolaj çalışması, Başbakan’a hakaret içeriyordu. Vatandaş, hiç vakit kaybetmeden metrobüse atladığı gibi soluğu Çağlayan durağında almış olacak, savcılığa suç duyurusunda bulundu. Yapıtla ilgili hukuki süreç başlatıldı. Şimdi buradan sonrası önemli... Herhangi bir yapıtla ilgili herhangi bir vatandaşın suç duyurusunda bulunması, o yapıta müdahale edilmesi anlamını taşımaz. O yapıtın hukuki olarak sergiden kaldırılması anlamına da gelmez. Savcılık önce ona gelen suç duyurusunu değerlendirir. Ardından gerek duyarsa, ortada bir suç olduğu kanaatine varırsa, bir iddianame hazırlar. Bu iddianameyi hazırlarken objektif nedenlerden yola çıkar; bu arada vakit geçer, muhtemelen sergi de biter. Dolayısıyla bir vatandaşın adliyeye gitmesiyle herhangi bir iş gösterimden alıkonamaz. Bu, yapıtın yaratıcısının hukuken birçok hakkının, ifade ve düşünce özgürlüğünün ihlaline
Paris ve New York’ta iki ayrı galerisi bulunan ünlü Lelong ilk kez Contemporary İstanbul fuarına katıldı. Galerinin yöneticisi Jean Fremon’la biraz sohbet ettik. Elbette ilk sorum yılda en az 8 fuara katılan galerinin Contemporary İstanbul’u neden tercih ettiği oldu. İkinci sorum ise duvarındaki dev 2000 tarihli Tapies’inden hareketle İstanbulluya neyi sergilemeyi tercih ettiği üzerineydi...
* Yaklaşık, beş yıldır Galeri Lelong’un Türk müşterileri var. Düzenli olarak onlara satış yaptığımızdan artık İstanbul’a gelip onları görmek istedik.
* Uluslararası alıcı diye bir tipten bahsedilebilir ama Türk, Çin gibi bir ayrım yapmak zor. ‘Türkler bunu alır. Bunu gösterelim’ diye bir mantığımız yok. Ama ne demek istediğinizi anlıyorum.
* Küçük “pullar”dan oluşan bir koleksiyonla İstanbul’a gelmedik. Buna inanmıyoruz. Güçlü işlerle İstanbul’a gelmek istedik.
* Neyi sergilediğimiz üzerine çok düşünen bir galeriyiz. İyi işler gösteriyoruz. Müşteri de nereli olursa olsun onları alıyor.
* Ekonomik kriz her zaman işimizin bir parçası. Bunsuz bir sanat dünyası düşünülemez... Bir gün her yerde kriz olacaktır.
* Paris’te krizden etkilendiğimizi söyleyemem ama İspanya ve İtalya için
Rüyamda bir oda dolusu insana bağırarak kon- tem- po- ra- riiiii demeyi öğretiyordum. Bırakın Joseph Beuys’un neden bir çakalla kendini bir galeriye kapattığını anlatmayı, çağdaş sanat adına sadece contemporary demenin ve bunu cümle içinde doğru hatta mümkünse iki kere kullanmanın önemli bir meselemiz olduğunu değil, gibi göründüğünü düşünüyorum. Çağdaş sanatla ilgilenen herkesin bir çırpıda piyanoda şu, gitarda bu ve ‘betiri’de şu diyen 1980’ler Ajda Pekkan’ına dönüşmesini kalbim kaldırmıyor çünkü...
Bu yıl 8.cisi düzenlenen ci’nin en büyük özelliği de bütün Türk dünyasına telaffuzu zor bir sanat fuarı armağan etmesinde sanırım. Contemporary demekte hala küratör demeye alışamamış insanlarımız doğal olarak zorlanıyor. Kurantör, kırıatör, kreatör, koreograf filan derken contemporary’de değme sanat dünyası insanı bile yer geliyor, tökezleyebiliyor. Telaffuzda diyelim halletti. Yazarken zorlanabiliyor. Ama bu da çağdaş sanata yakışıyor değil mi? Çağdaş sanatın anlaşılmaz olduğu önyargısını ve ecnebiliğini kuvvetlendirdiğinden olsa gerek...
Fuar mı bienal mi?
Bu yılki Sao Paulo bienaline küratör olarak seçilen Charles Esche’ye bir fuarda, Madrid Arco’yu dolaşırken