İkna olmakla inanmak, aynı şey midir? Birisi bizi bir şeye ikna ettiğinde ona inanmış mı oluruz yoksa inanmadan da ikna olabilir miyiz?
Bir şeye inanırız veya inanmayız bilemem ama sonunda bu kararı kendimiz karar veririz.
İnanmış gibi görünebilir ama inanmamış olabilirim fakat kendimi nasıl göstermek istersem öyle davranırım.
Yani inanmadığım bir şeye inanmış gibi yapmak benim elimde ama içimden doğrusunu her zaman bilirim.
İnsan herkesi kandırır da bir tek kendisini kandıramaz. Bazen kandırdığını zanneder ama bu da bir müddet sonra ortaya çıkar.
Aslında içinde derinlerde bir yerde kendisini kandırdığını biliyordur ama sadece bunu itiraf etmiyordur.
Sonra bir gün gelir ve dışından şöyle söyler:
“Ben zaten kendimi kandırdığımın farkındaydım.”
Size de olur mu, bazen gecenin bir yarısı bazen sabaha karşı bazen de hiç olmadık bir saatte aklım aşırı çalışmaya başlar.
Sürekli olarak gerekli gereksiz, kaygı kokulu, takılmışlıklar içeren fikirleri adeta bir fotokopi makinası gibi basıp bana doğru servis etmeye başlar.
Böyle durumlarda kendimi bir masa tenisi maçında gibi hissederim.
O yolladıkça ben de elimde minik bir raketle ya geri yollamaya çalışırım ya da topu dışarı atmaya!
---
Bu sabaha karşı uykum kaçtı, az sonra bir de baktım ki yine zihnimle masa tenisi maçındayım.
İlk olarak bir gün önceden konuşulmuş ama netliğe kavuşulmamış bir konuyu önüme doğru atmaya başladı.
Çok da önemli bir şey değildi hatta o an aklıma takıldığını bile fark etmemiştim.
Düşmek sözcüğü, birçok kelimenin peşine takılır da anlamdan anlama koşar! Düşmek dendiği zaman ilk akla gelen, fiziksel bir eylem olarak düşmektir ki, tercih edilen bir durum değildir! Psikolojik anlamda incelendiğinde de çağrışımları olumsuzdur.
Düşmeyi, kimse tercih etmese de hayat aslında düşe kalka ilerlenen bir yoldur. İşin sırrı da sanırım düştüğümüzde verdiğimiz tepkilerde saklı! Şu hayatın içinde hiç düşmeden ilerleyen bir tek kimse bile yoktur.
Ancak düşmeye verdiğimiz tepkiler, düşmemek adına yaşadığımız kaygının yoğunluğu, düştüğünde tekrar ayağa kaldırabilecek sistem, kişiden kişiye değişir.
İnsan nerelerden düşer? Her yerden düşebilir, hatta dümdüz yolda giderken bile ayağı takılır da kendini yerde bulur. Hayatta her şey güzel giderken bir anda canınız sıkılabilir. Bu da hayatın belirsiz olmasının en büyük kanıtıdır.
İnsan başka nerelerden düşer? Mesela, sevdiğinin gözünden düşebilir. Öyle bir hata yapar ki, çok sevdiği bir kişinin gözünde değerini yitirir. Böyle durumlarda iki taraf da acı çeker. Gözden düşen, sevdiği kişinin gözünde değer kaybettiği için; diğeri de sevdiği birinin yanlışından dolayı mutsuz olur.
Kişi, bazen çok sevdiklerinden ayrı düşer. Araya özlem
Geçen gün gazetede okudum, eski eşinin şiddetine maruz kalmış bir kadın anlatıyordu, eşi evde kendisine fiziksel şiddet uygularken yardım istemiş, karşı komşusu pencereyi kapamış, ertesi gün yaralı halde çocuğunun okuluna gitmiş, telefon etmesine izin vermemişler.
Kimi insanların yardıma ihtiyacı olduğunu gördüğü halde yardım elini uzatmayan insanlar var!
Siz yardımsever ve duyarlı bir kişiyseniz muhtemelen bu arkasını dönen insanlara hiç anlam veremeyeceksiniz.
Nasıl bu kadar duyarsız olabilirler?
***
Başkalarının işine karışırsa başının derde gireceğini mi düşünüyor?
Yani korkudan mı, “aman ben şimdi bulaşmayım, benim de başım derde girer” düşüncesinden mi?
“Bana olsaydı kimse yardım etmezdi, ben de artık kimseye yardım elimi uzatmıyorum”
1953 yılında sosyal psikolog Solomon Asch, grup içinde olduğunda insanın karar verme davranışını incelemek istemiş ve bu amaçla bir deney yapmış. Asch, karar verme sürecinde kişinin çevresinden etkilendiğini gözlemlemiş.
Temel sorusu, “İnsan doğru bildiği bir şeyin aksini iddia eden bir grubun içine düştüğünde nasıl davranır?” olmuş. Siz de bu deneyi okumadan önce bu soru üzerine düşünün derim!
Deneye katılacak olan katılımcılara bir görüş testine girecekleri söylenmiştir. Deneyde tüm katılımcılara bir çift kart gösterilmektedir. Bu kartların birinde biri kısa, biri orta ve biri uzun olmak üzere 3 çizgi vardır. Diğer kartta ise tek bir çizgi bulunmaktadır.
Deneklere, bu karttaki çizginin diğer karttaki çizgilerden hangisine benzediği sorulmuştur. Deneyde katılımcılardan biri hariç diğer hepsi, Asch’in asistanlarıydı ve önceden belirlenen davranışları yapmaktaydılar. Yani gösterilen çizgi bire bir kısa çizginin aynısı da olsa, asistanlar uzun çizgiyle aynı olduğunu söylüyordu. Sıra gerçek deneğe geldiğinde ise sonuçlar gösteriyor ki, deneklerin yüzde 76 sı diğer kişilere uyarak yanlış yanıtı vermiş.
Şimdi tekrar sorayım, kendinizi bu denek yerine koyarsanız, siz olsaydınız ne
Tanıdığım, tanıdığımı sandığım, az tanıdığım, yeni tanımaya başladığım kişilere karşı elimden geldiğince hoşgörülü olmaya çalışırım.
Çok önemsediğim şeylerden biridir hoşgörülü olabilmek! Genetik bir özellik değil, edinilen ve hatta öğrenilen bir kavram hoşgörü!
Genelde tohumları aile ortamında atılır. Hoşgörülü aile ortamında yetişen, böyle ebeveynlerle büyüyen kişilerin genelde bu özelliği edinmesi beklenir.
Hoşgörü kavramı, içinde bolca anlayış, anlamaya çalışmak, tolere etmek, sabır barındırır. Olaylara yaklaşımı daha sıcak, hemen yargılamayan, önce anlamaya çalışan, anlamasa bile hala şans vermeyi deneyen, kınamayan bir tutumdur.
Size böyle davranıldıysa, uygun davranış şeklinin bu olduğu öğretildiyse hoşgörüyü bir beceriye dönüştürme şansınız yüksektir.
---
Eğer hoşgörünün hiç olmadığı, katı, yargılayan, esnemeyen bir aile ortamında büyüdüyseniz veya sürekli hoşgörüsüz insanlara tosladıysanız, hoşgörüyle pek de tanışmadıysanız bunu beceri olarak edinmekte zorlanabilirsiniz.
Veya tam tersine hoşgörüye hasret olduğun için tam da kendini bu yönde geliştirmek isteyebilirsin.
Aşı olmak ne işe yarar? Belli bir hastalığa karşı bağışıklık sağlamak için o hastalığın mikrobu önceden vücuda verilir.
Böylece bu hastalığa ya yakalanmazsınız ya da belirtilerini hafif atlatırsınız.
Sadece fiziksel olarak aşı olmayız, bazı durumlara, davranışlara karşı psikolojik olarak da aşı oluruz.
Bebeklikten itibaren büyüme sürecimiz boyunca birçok şeye maruz kalırız, aşılanırız.
***
Bazı olumsuz olaylar bizi öylesine üzer ki, ilk deneyimlediğimizde büyük bir şok yaşarız.
Örneğin ilk haksızlığa uğramamız, aşk acısı, dost kazığı, hayal kırıklığı gibi olaylar bize aşı etkisi yapmaya başlar.
Bir müddet sonra bu olumsuz olaylardan biriyle yeniden karşılaştığımızda belki yine aynı duyguları yaşasak da aynı yoğunlukta tepkiler vermeyiz.
Kim sever bekle-meyi? Sıkıntılı bekleyişler çok zordur, insanın içini kemirir, hayatla bağlantısını koparır, odaklanmasını engeller, ruhunu daraltır, kısacası insanın psikolojisini darma duman eder.
Beklemek güzel haliyle bile zor bir iştir, güzel haber alacağınızı bilseniz bile beklerken insanın yüreği çarpar, vakit geçmek bilmez.
Yaşamın içinde bekleme salonunda kaldığımız çok zaman vardır. Hayat bazen çok hızlı akarken bazen de “buyurun sizi biraz bekleme salonuna alalım” diyebilir.
Bekleme salonlarında beklemek de bir hayli sıkıcıdır. Bir an önce hayata karışmak isteriz, beklemeyi kendimize işkence haline getiririz. O salonu kendimize dar edeceğimize beklerken üretken olmayı da pek beceremeyiz.
***
İnsan beklerken biraz sabırsız, biraz sinirli, biraz da huzursuzdur.
Bir randevunuz var gittiniz, sizi karşılayan kişi “biraz bekleteceğim, sizi bekleme salonumuza alayım birazdan geleceğim, buyurun geçin biraz bekleyeceksiniz, sizinle az sonra ilgileneceğiz” gibi girişler yaptı mı hemen merak edersiniz.
İlk aklınıza gelen soru “Burada ne kadar bekleyeceğim?” sorusudur.