Sosyal güvenlik veya sosyal yardım kurum ve kuruluşlarının veya personele yardım amacı ile kurulan sandık ve benzerlerinin yaptığı ödemeler, edinilmiş mal niteliğindedir. Bu kapsamda eşlerden birinin hak kazandığı emeklilik ikramiyesinde diğer eşin mal rejimi ile ilgili talepte bulunabilmesi mümkündür. Bu ödemelerde, diğer eşin talepte bulunması halinde evliliğin devam ettiği süreçteki nominal karşılık hesaplanır. Söz konusu nominal karşılık TMK 228/2 gereğince ve mahkeme tarafından alanında yetkin bilirkişi marifetiyle tespit edilir.
Yapılacak bu hesaplamada öncelikle emeklilik ikramiyesi alan eşin, günlük ödeme miktarı özel bir tablo yardımıyla bulunur. Günlük ödeme miktarı bulunduktan sonra, mal rejiminin sona erdiği tarihten sonraki süreler hesaplanır. Zira bu sürelerdeki ödemeler kişisel mal niteliğinde olacaktır. Toplam emeklilik ikramiyesinden bu değer çıkartılarak artık değer bulunur. Bulunan artık değerin yarısı ise diğer eşin katılma alacağıdır.
Bu hususta Yargıtay 8. Hukuk Dairesi tarafından yapılan bir değerlendirmede şu tespitlere yer verilmiştir:
“Tasfiyeye
Mal rejimi sözleşmelerinin geçmişe etkili yapılıp yapılamayacağı konusunda ikili ayrım yapılarak değerlendirme yapmak gerekir. Bu kapsamda;
1. Evlilik birliğinin 01.01.2002 tarihinden önce kurulması halinde:
Evlilik birliği 01.01.2002 tarihinden önce kurulmuşsa eşler arasında aksine bir sözleşme yapılmadığı sürece 01.01.2002 tarihine kadar mal ayrılığı rejimi uygulanır. Bu durumda eşler arasında geçerli olan mal ayrılığı rejimi Medeni Kanunun yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihine kadar devam eder. Benzer şekilde eşler, 01.01.2002 tarihinden önce mal ayrılığı rejiminden başka bir mal rejimi seçmişlerse, bu mal rejimi de 01.01.2002 tarihine kadar geçerliliğini korur.
Eşler, Medeni Kanunun yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihinden itibaren bir yıl içinde seçimlik mal rejimlerinden birini kabul edebilirler. Ancak eşler, seçimlik mal rejimlerinden herhangi birini seçmedikleri takdirde 01.01.2002 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere edinilmiş mallara katılma rejimine tabi olurlar.
Medeni Kanunda eşlere bu konuda bir imkan daha tanınmıştır. Bu kapsamda eşler,
Aile konutu, eşlerin bütün yaşam faaliyetlerini gerçekleştirdiği, acı ve tatlı günleri içinde yaşadığı, aile yaşantısının merkezinde bulunan anılarla dolu meskendir.
Aile konutuna dair korumaların düzenlendiği MK 194 gereğince eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz. Malik olmayan ya da kira sözleşmesinin tarafı bulunmayan eşin, rızası olmaksızın aile konutu üzerinde yapılan işlem kesin hükümsüzdür.
Eşlerden birinin ölümü halinde, MK 194’de belirtilen aile konutuna dair korumalar, ölüm tarihi itibariyle kendiliğinden ortadan kalkar. Ancak bu durum konutun, aile konutu olmasını ortadan kaldırmaz. Nitekim bu tür durumlarda sağ kalan eş, aile konutu üzerinde MK 652’de belirtilen aile konutunun özgülenmesine veya mal rejiminin tasfiyesinde aile konutuna dair imkanlardan yararlanmaya devam eder.
Yargıtay bu hususta yapmış olduğu güncel bir değerlendirmede şu tespitlere yer vermiştir:
“Evliliğin,
Katılma alacağı ve değer artış payı alacağı davaları, niteliği itibariyle birer alacak davasıdır. Bu davalarda, dava konusu malın mülkiyetinin devrine ilişkin hüküm kurulması kural olarak mümkün değildir. Ancak Medeni Kanunda bu kuralın bazı istisnaları düzenlenmiştir. Bu istisnai hükümlerden biri olan MK 226/2 gereğince, edinilmiş mallara katılma rejiminin tasfiyesinde, paylı mülkiyete konu bir mal varlığı varsa eşlerden her biri, bu malın kendisine verilmesinde üstün yararı olduğunu ispat etmek ve diğerinin payını ödemek suretiyle o malın bölünmeden kendisine verilmesini isteyebilir.
Paylı malın ayni olarak devrinin gerçekleştirilebilmesi için şu şartların bulunması gerekir;
Eşler arasında paylı mülkiyete konu bir mal varlığı değeri olmalıdır. Paylı malda eşlerin pay oranlarının az ya da çok olması arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.
Paylı malın kendisine verilmesini talep eden eş, üstün yararını ispat etmelidir. Eşlerin üstün yararı, her olayın şartlarına göre belirlenir.
Üstün menfaatini ispat eden eş, diğer eşin payını ve uğramış olduğu
Anne veya babanın, velayeti kendine bırakılmayan çocuk ile belirli zamanlarda ve belirli koşullarda yapacağı görüşmeye, “kişisel ilişki” veya “şahsi ilişki” denilmektedir.
Velâyet sahibi olmayan anne veya babanın, çocuk ile kuracağı kişisel ilişkide özellikle sağlığı, eğitimi ve ahlâki gelişimine uygun şekilde karar verilir. Bu konuların değerlendirilmesinde hâkimin geniş bir takdir hakkı bulunmaktadır. Bu takdir hakkı çerçevesinde hâkim, özellikle çocuğun üstün menfaatini, ihtiyaçlarını, yaşını ve tarafların ruhsal, fiziksel, sosyal, ahlaki ve kültürel yönden standartlarını bir bütün olarak değerlendirir.
Kişisel ilişki sürelerinin hiçbir tereddüt yaratmayacak şekilde net olması gerekir. Bu sebeple mahkemeler tarafından tesis edilen kişisel ilişki süreleri, dakikası dakikasına belirlidir. Bu durum taraflar arasında ihtilaf yaşanmasını engellemek için büyük öneme sahiptir.
Kurulacak kişisel ilişkinin, infaz kabiliyetinin bulunması da şarttır. Bu durumun sonucu olarak Yargıtay, iletişim
Evlilik birliği içerisinde dünyaya gelen çocuğun ismi, anne ve babası tarafından birlikte belirlenir. Ancak çocuğun isminin belirlenmesinde ihtilaf yaşanırsa eşler, hakimin müdahalesini talep edebilirler.
Evlilik birliği içerisinde dünyaya gelen çocuğun velayetini, anne ve baba birlikte kullanmaktadır. Bu kapsamda anne ve babanın, müşterek çocuğun isminin değiştirilmesinde de birlikte hareket etmesi gerekir. Eşlerden biri, müşterek çocuğun isminin değiştirilmesini istemeyebilir. Bu tür durumlarda eşler, birlikte ya da ayrı ayrı hakimin müdahalesini talep edebilir.
Müşterek çocuğun velayeti eşlerden birine verildiği durumlarda ise velayet sahibi, çocuğun bakımı, eğitimi, gelişimi gibi konularda tek başına söz sahibi olmaktadır. Bu kapsamda velayet hakkı kendisine bırakılan taraf, hakimin müdahalesi davası açmadan, isim değişikliği davasını tek başına açabilir.
İsim değişikliğine ilişkin davalar, esas itibarıyla “nüfus kaydının düzeltilmesi” niteliğindedir. Bu kapsamda velayet hakkı sahibinin, çocuğun isminin değiştirilmesinde haklı
Medeni Kanun’da mutlak evlenme engelleri ile nisbi evlenme engelleri düzenlenmiştir. Mutlak evlenme engelinin olduğu durumlarda tarafların evlenmeleri kesin olarak yasaklanmıştır. Söz gelimi üstsoy ile altsoy arasında mutlak evlenme engeli vardır. Bu kişilerin evlenmesi kesinlikle yasaktır.Nisbi evlenme engellerinin bulunduğu durumlarda ise evlilik, sert bir şekilde yasaklanmamaktadır.
Uygulamada en çok karşımıza çıkan nisbi evlenme engeli, MK 132’de düzenlenen bekleme süresidir. Bekleme süresine iddet müddeti de denilmektedir. Bu evlenme engeline göre kadın, evliliğin sona ermesinden başlayarak üç yüz gün geçmedikçe evlenemez.
Bekleme süresinin amacı, kadının yeni yapacağı evlilikte bir çocuk dünyaya getirmesi halinde çocuğun nesebi konusunda karışıklığı önlemektir. Esasen bekleme süresi, hukuk sistemimizin gelişen tıp teknolojisine uyum sağlayamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim bir kadının gebeliğini tespit etmek için günümüz teknolojisinde üç yüz gün beklemesine gerek olmadığı malumdur.
Bekleme
Eşlerden birinin, evlilik birliği devam ederken karşı cinsten biriyle cinsel birliktelik gerçekleştirmesi durumunda zina sebebiyle boşanma davası açılabilir.
Zina fiillerine maruz kalan eşin, diğer eşten manevi tazminat talep edebilmesi mümkündür. Ancak zina fiillerine maruz kalan eşin, üçüncü kişiden (zina ortağından) tazminat talep edip edemeyeceği konusunda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bu görüş ayrılıklarının sonrasında Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu tarafından yapılan değerlendirmede ise şu tespitlere yer verilmiştir:
“Evlilik birliğinin tarafı olmayan ve dolayısıyla sadakat yükümlülüğü bulunmayan üçüncü kişinin eşler arasındaki evlilik sözleşmesinden kaynaklanan yükümlülüklere uyma zorunluluğu bulunmamaktadır. Eşlerden biri, yalnızca diğer eşten sadakat yükümlülüğüne uygun davranmasını talep edebilir. Üçüncü kişinin sadakat yükümlülüğünün bulunmaması nedeniyle, evli eşle birlikte olan üçüncü kişinin bu davranışının diğer eşin kişilik haklarına doğrudan bir saldırı niteliğinde olduğu söylenemez.
Üçüncü kişinin katıldığı aldatma eylemi ile bağlantılı olmakla birlikte sadakatsizlik olgusundan farklı olarak, bağımsız, özel ve nitelikli bir kişilik