Abdullah Avcı’nın Beşiktaş’ı henüz kıvamını bulamadı. Hoca takımını çok pasla, yaratıcı anlayışla bir tür geçiş oyununa dönüştürmek istiyor. Topu kaybettiği anda basarak geri kazanmak… Oyunu çok çabuk kurmak, disiplinle mücadele etmek. Bunları yapmak hiç de kolay değil. Beşiktaş , Hoca’nın istediği oyundan uzak ama tempoyu hızlandırdığı, baskıyı yoğunlaştırdığı da bir gerçek..
Beşiktaş maçın başından itibaren oyunu bir gösteriye dönüştürdü. Topun mutlak sahibi oldu. Üst üste korner kazanarak, pozisyona girerek Rizespor kalesinde baskı kurdu. Ne var ki bu baskının karşılığında ilk yarıda umduğu golü bir türlü bulamadı. Güven, Ljajiç, Boyd; Dorukhan ve Lens çok çalışmalarına rağmen son vuruşta gereken beceriyi gösteremediler. Yoğun pas trafiğinde sürekli ve ısrarlı hücum halindeki takım, savunma yapmayı adeta unutmuştu. Maçı izleyenler de bu oyun karşılığında aynı unutkanlığı yaşadılar. İşte böyle bir gaflet anında Nill de Pauw, sağdan topu kaparak çok basit ve kolay bir iş
Süper Lig’in ikinci haftasını da karanlık bir mağarada yürür gibi “el yordamıyla” geride bıraktık. Yayıncı kuruluş beIN Sports ile maç özetlerini yayınlamak isteyen açık kanallar ücrette anlaşamadılar. Aslında anlaşmak için pazarlık masasına da oturulmadı. Geçen hafta yazdığımız gibi özetler için açık kanallara dayatılan ücret, dakika başına 10 bin Dolardı. Açıkçası ortada bir “inat” ve “ısrar” örneği vardı.
306 maç için 3’er dakikalık özet yayın bedeli (918x10000) 9 milyon 180 bin Dolar’lık bir ödemeyi gerektiriyordu. Türkçesi: 52 milyon 509 bin 600 Türk Lirası. Makulü aşan bir rakam.
beIN Sports’un tüm maçların radyo yayınları için talep ettiği ücreti de yazalım: 3 milyon Euro. (19 milyon 410 bin TL) … Radyocu dostlar, bu parayı ödeyecek bütçenin hiçbir kurumda olmadığını anlatıyorlar. Anlayacağınız, hep birlikte Süper Lig’e “kör” ve “sağır” kalmış durumdayız. Canlı yayınları değil, tv
Bu bir sistem kargaşası mı, hoca futbolcu anlaşmazlığı mı? Henüz belli değil. Ama dün Abdullah Avcı’nın geriden oyun kurarak bol pasla rakip ceza alanına çok adamla inip gol(ler) atma stratejisi oyunun ilk 40 dakikasında gerçekleşmedi. Sivas’tan ezilerek dönen Beşiktaş, taraftarıyla ilk buluşmasında aradığı coşkuyu da bulamadı. Yerli yerine oturmayan, paylaşılamayan, eğreti duran bir oyun sergiliyordu Beşiktaş. Güven Yalçın ve Oğuzhan’ın üst direği öpen vuruşları da “kısmet” ölçeğinde öfke yaratıyordu.
Bazen olmayan çözümleri hiç beklemediğiniz oyuncular gerçekleştirir. İlk yarının uzatmalarında Beşiktaş tribünlerinde homurdanmalar giderek yoğunlaşırken, hesapta olmayan bir adam, Caner Erkin çıktı sahneye. Hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Soldan havaya şişirerek ( genellikle stoperlere gönderdiği) topu bu defa bel hizasından, alçaktan attı arka direğe. Orada da Güven Yalçın vardı.
Ve taraftar her şeyi unutup coşkuyu yakaladı. Devre arasında sabırsızlıkla beklediler ikinci yarıyı.
Sanırım ikinci yarıda takımla
Süper Lig sürprizle başladı. Yayıncı kuruluş BeIN Sports, TFF ve Kulüpler Birliği ile yüzde 10 indirim sağlayınca krizin çözüldüğünü sandık.
Hayır kriz çözülmedi. Yeni bir yayın krizine dönüştü. Kulüplerin alacağı ücreti sabırlı ve sıkı pazarlık sürecinin sonunda indirme başarısını gösteren yayıncı kuruluş, özet yayınlar konusunda hiç de beklenmedik bir tavır sergiledi. Öyle ki, pazarlık masasına oturma olasılığını da adeta yok ettiler.
Haydi biraz aritmetik çalışalım.
Süper Lig, 34 hafta 9’ar maçla sürecek en büyük futbol organizasyonumuz.
Toplam 306 maç oynanacak.
Yayıncı kuruluş, bu maçların üçer dakikalık özet görüntülerini dakikası 5 bin ABD Doları ila 10 bin ABD Doları arasında anlaşılacak bir ücretle pazarlama hakkına da sahip.
Kulüplerle yapılan anlaşmadan sonra BeIN Sports geçen yıl özet yayın hakkı kullanan tv kanallarına inanılmaz bir fiyatla adeta ambargo koydu. Sonra yayın anlaşmasındaki sınırların içine dönüp 10 bin dolar
Vay, vay, vay!.. Ne çarpıcı bir değişim bu. Beşiktaş sadece hocayı değiştirmemiş… Her şeyi ile değişmiş, yozlaşmış, dağılmış. Takımın omurgası, takımın yıldızları olarak bellediklerimiz de kayıplara karışmış.
Yani onlar Gökhan ve Caner’se ben de Napolyon’um. O adam Ljajic’se, o çocuk Güven’se, ortalarda dolanan da Dorukhan’sa söz bitiyor. Susmak gerekiyor.
Bazı oyuncular, çoğu takımlar sezonun açılış haftalarında formsuz olabilirler. Fizik kaliteleri yetersiz olabilir. Ama dünkü Beşiktaş mevsim normallerinin dışında bir şeydi. Tıpkı Marmara’yı sele boğan, yolları nehire çeviren fırtına gibi bir şeydi. O fırtınanın gücü vardı, dağıtıyordu. Beşiktaş güçsüz ve şaşkındı, dağılıyordu.
Bunları yazarken sanmayın ki Sivasspor’u yok sayıyoruz, görmezden geliyoruz. Böyle bir saygısızlık yapmayacağız. Aksine, onlara alkış borcumuz var. Çok iyi hazırlandıkları, çok yardımlaştıkları, çok gayret ve emek harcadıkları için keyif verdiler futbol seyircisine. Oyuna saygı gösterdiler. Aralarındaki yardımlaşma da örnek
Süper Lig, 2 gün sonra yeni sezona merhaba diyor. Transfer yorgunu kulüplerimiz, yeni oyuncuları, kimi yeni hocaları ve hiç eskimeyen hedefleriyle macerayı sürdürecekler. Elbet bu maceranın başrolünde ezber yıldızlar da olacak, senaryoda yazılmamış, beklenmeyen kahramanlar da ortaya çıkacak.
İzleyecek, göreceğiz.
2019- 2020 sezonunun bence en dikkate değer olayı, bitmeyen yılan hikayeleridir.
Özellikle transferde!
Bir düşünün hele... Koskoca Galatasaray, Radamel Falcao’nun İstanbul’a gelmesi için haftalardır bekliyor. Falcao, ha geldi ha gelecek. Başkan Mustafa Cengiz, Abdürrahim Albayrak ve menajerler hummalı bir pazarlıkla yoğun çaba gösterdiler. Fatih Terim, transfer bitene kadar Falcao konusuna pek değinmedi.
Sosyal medyada esen Falcao fırtınasının yanı sıra papatya falına bakanlar da var. Gelecek mi gelmeyecek mi?
Sadece Galatasaray değil.. Hemen her kulüp transferde eksik noksan gidermeye, ihtiyacı karşılamaya gayret gösteriyor. Falcao kadar namlı olmasa da su gibi gerekli oyuncular da var. Örneğin Fenerbahçe stoper için tam bir
Sabri Sarıoğlu, benim için “Galatasaray’ın ruhu” olarak adlandırdığım bir futbolcu. Bir önceki yıl Galatasaray’daki hizmetini sonlandırarak Göztepe’ye gitti. Orada başarılı bir sezon geçirdi. 2017-18 sezonunun sonunda Fatih Terim’in teknik ekibinden Levent Şahin, Sabri’yle konuşarak “Sakın bir yere söz verme, seni Galatasaray’a alacağız” dedi. Sabri gelen teklifleri geri çevirerek bekledi. O söz yerine getirilmedi.
Sabri ile konuştum. Şunları söyledi: “Sonunda sezonu boş geçirdim. Kişisel idmanlarıma devam ettim. Ama boştaki adam olduğum için teklif de gelmedi. 35 yaşındayım. Tecrübem ve enerjim yeterli. Oynamak istiyorum.”
Anladığım kadarıyla UEFA Şampiyonlar Ligi kadrolarında “ocaktan yetişmiş” en az dört futbolcu zorunluluğu getirince Sabri’yi yoklamışlar. Arkası gelmemiş. Buradan dürüstçe duyurayım istedim. Sabri’nin menajeri değilim. Zaten o da kendi işini kendi görüyor.
Aslında bir dramı daha var: Galatasaray’da oynarken, Sabri ve birkaç profesyonel futbolcu için
Printer değil, Yazıcı... Hayır, kimseye Türkçe öğretecek değilim... Günümüzde “printer” sözcüğü, bildiğiniz gibi “yazıcı” olarak karşılık buluyor... Bilgisayardaki bir metni, kağıda dökmek isterseniz, yazıcıya gönderiyorsunuz.
Bu defa “Yazıcı”yı gönderdik. Trabzonspor’un harika çocuğu, yuvadan yetişen süper delikanlıyı ağlaya ağlaya Lille’e yolcu ettik. Eğri oturup doğru konuşalım.. Yusuf Yazıcı, öğrendiklerini sahaya dökerek, hedefleri, hayalleri, özlemi ya da ihtirasıyla kendi tarihini yazıyor.
Bu tarihin kayıtlarına geçen bir yığın dedikodu, gerçek öykü, ayrıntı ve tartışma var...
Haydi dosyayı açalım...
Derler ki, Trabzonspor Başkanı Ahmet Ağaoğlu ve yönetimin ısrarla “göndermeme” kararlılığı, devletin kapısına da yansımış. Bir bakanımız, Yusuf’u çağırarak “Kesinlikle gitme... Trabzonspor’un senden bekledikleri var. Bir yıl daha devam et, sonra gidersin. Ama bu sevdadan vazgeç!” demiş. Sevginin ve samimiyetin sıcaklığına rağmen Yusuf’un kafası