Sanki çiçek sepeti gibi bir karşılama ve ön kabul ile hazırlamıştık Fransa’yı... Sadece Fransız medyası değil, bizler de Dünya Şampiyonu’nun kazanmasını gayet doğal karşılıyorduk. En ilginç olanı da Şenol Hoca’nın öngörüsüydü. Elbette yenmek için sahaya çıkacaktık. Ama 1 puan da olumlu bir kazanım demekti. Fransa’daki bahis siteleri de aynı rüzgara kaptırmışlardı kendilerini... Bahis oranları açıklandığında hiç şans tanımadıkları için Türkiye’nin galibiyetine 6.75, beraberliğe 4.30, Fransa’nın galibiyetine de (en doğal olasılık) 1.53 veriyorlardı. Bir başka ön kabulümüz de Fransa’yı baştan grup lideri ilan etmemizdi. Federasyon Başkanımız Nihat Özdemir de “Bizim asıl rakibimiz İzlanda” diyordu. Genel kabul gören hedefimiz grup ikinciliğiydi.
O kadar ki TRT Spor Sabahı programındaki moderatörüm Deniz Satar’a “Bizim hedefimiz birincilik olmalı” dediğimde şaşırmıştı.
Evet, grup ikincisi olarak finallere gidebilirdik... Ama üçüncüyü geçip de ikinci olmaktansa, Fransa ile başa güreşip kaybederek ikinci olmak daha saygıdeğer bir yaklaşımdı. Neyse… Çoğumuzun kalbinin bir köşesinde yatan minik aslan (galibiyet umudu) maçın başından itibaren büyümeye başladı. Öncelikle ezeli derdimiz
TFF Başkanlığına seçilen Nihat Özdemir’e başarılar dilerim. Türk futbolunda federasyon başkanlığı gerçekten ateşten gömlektir. Kulüpler, yöneticiler, futbolcular, antrenörler ve medya sürekli “talepkar” yaklaşımlarla baskı altına alırlar federasyonu. Hepsi de kendine göre (!) haklıdır. Özellikle seçimli kongre dönemlerinde taviz üstüne taviz beklenir. Sonu gelmez pazarlıklar yapılır.
Seçimden daha önemli sorunları var Türk futbolunun. En başta şu Ana Statü… Futbol Federasyonu’nun Ana Statüsü, tam anlamıyla adaletsiz, eşitliksiz, futbol ailesine söz hakkı tanımayan, tartışma kürsülerine kulüp rekabetinin ve yayın pazarlıklarının dışında yeni bir vizyon getiremeyen, hareket alanını daraltan ve gelişmeyi engelleyen bir metindir. Ana Statü, taban birliklerini, paydaşları bir kenara iterek kulüp temsilcilerinin ezici çoğunluğuyla TFF Genel Kurulu’nu adeta “işverenler sendikası”na dönüştürmüştür.
Öte yandan antrenörler, hakemler ve futbolcular da TFF genel kurulunda beşer kişilik dar kadrolarla temsil edilmektedir. En çok milli olan, en çok final yöneten en uzun süre milli takım çalıştıran gibi sınırlamalarla hiçbir yere varılamaz. Milli takımda antrenörlük yapmamış bir hoca da,
Gelsin Fatih Terim’in IG TV’de yaptığı açıklamalar. Doğrudan teknoloji boyutunda bakarsanız, çok iyi bir prodüksiyon var bu işte. Kamera açılarından ses düzenine, Fatih Hoca’nın vücut dilinden konuşma üslubuna kadar her şey yerli yerine oturmuş. İnsanların kolay ulaşabileceği, tekrar tekrar gözden geçirebileceği bir alanda Terim, kamuoyuna “en gerçek” duygu ve düşüncelerini aktarıyor.
Şimdi gelelim o açıklamaların biçim ve içerik analizine.
Fatih Terim, çifte kupa ile kapattığı koca sezonun ardından bildiğimiz klasik medya ortamına meydan okuyor: “Artık yoksunuz. Benim alanım burası. İşinize gelirse. Buradan alın ve istediğiniz gibi kullanın!” Böyle bakınca ortada gazete, radyo ve televizyon kalmıyor. Sorulacak sorular da yanıt bulamıyor. Fatih Terim’i Terim yapan olaylar, notlar, görüntüler, yorumlar ve yazılar, tarihin ve medyanın deposuna kaldırılıyor. Merak eden oradan bulsun, baksın.
Terim’in yeni alanı sosyal medya. Twitter, instagram, facebook ve son olarak geçen yıldan beri sıkça örneğini verdiği IG TV... Yani İnstagram TV.
Soru almayan, yanıt vermeyen, sohbet etmeyen, paylaşmayan, merak edilenlerin ötesinde anekdotları ve yaşanmış sorunları anlatmayan bir Terim bu...
Kimi zaman öfkeli, kimi zaman düşünceli... Bazen kızgın, bazen de durgun. Genellikle kırgın... Kimseye küs değil, dargın değil. Hayatın sıcağında pişmiş. Hamlıktan yanmaya yol yürümüş. Futbol onun için hayat boyu yaptığı ve yapacağı en iyi iş. O nedenle dünyasını meşin topun üzerinde kurmuş.
Futbolda kaleci kazağını giyerken en iyilerden biri olarak gösteriliyordu.
Antrenörlük yaparken de öyle. Dahası öğretmendi... Bütün hocalar takımı çalıştırır, taktik verirken, O aynı zamanda öğretiyordu. Eğitimciydi, öğretmendi zaten. Belki de o nedenle fark yarattı.
Milli Takım’la Dünya Kupası üçüncülüğü... Ancak ondan sonra yakaladı şampiyonluğu... Beşiktaş’ta iki kez taç giydi. Şampiyonlar Ligi’nde uzun yıllar tekrarlanamayacak namağlup grup liderliği gibi çok kıymetli bir başarı sergiledi.
Her ne yaptı ve yaşattıysa, hepsi de saygıya değerdi. Onurluydu, gururluydu. Hayır, coşkulu değil, ağır başlı ve sabırlıydı. Bir çok oyuncusunu yeniden kazandı, onlara yeni kariyer ufukları açtı. Dokundukları yeşerdi.
Ne diyorduk? Dokundukları yeşerdi. Burak Yılmaz onlardan en çok bilineniydi. Dün, sakatlığından oynayamadı Burak... Ama ne gam!... Şenol Hoca’nın dokunduğu yeni çocuk da yeterdi.
FİBA Avrupa kongresi, Cumartesi günü Münih’te toplanıyor. Gündemin en önemli maddesi, yeni başkan ve yönetim kurulu üyelerinin seçimi.
Turgay Demirel 17 Mayıs 2014’den beri FİBA Avrupa Başkanlığı görevini sürdürüyor. Harun Erdenay da yönetim kurulu üyesi. Demirel, 5 yıllık yeni dönemde de başkanlığa aday olmaya karar verdi. Adaylığın geçerli sayılması için en az 1 ülke federasyonunun desteklemesi gerekiyor.
Hayır, durun biraz... Aklınıza gelen kolay ezberi unutun.
Türkiye Basketbol Federasyonu Turgay Demirel’i kongreye önermiyor, desteklemiyor. Dahası, yönetim kurulu üyesi Harun Erdenay’ı çizip Hüseyin Beşok’u aday gösteriyor.
Başkan Hidayet Türkoğlu ile yönetim kurulu, Turgay Demirel’in iki rakibi Sırbistan Basketbol Federasyonu Genel Sekreteri Dejan Tomaseviç ve Belçikalı Cyriel Coomans ile daha yakın temaslarda bulunuyor. TBF 8 Mayıs’ta iki aday dışında başka bir adayla ilgilenmediklerini (!) diplomatik bir dille 49 ülke federasyonuna e-mail yoluyla bildiriyor.
Kurallara uygun bir durum. Ama geleneklerimize aykırı. Yıllardan beri UEFA, FİFA, CIO başta olmak üzere önemli uluslararası spor organizasyonlarında spor adamlarımızın yönetime katılması için sinerji ve dayanışma
Süper Lig Şampiyonunun tek final maçında belirlenmesi çok rastlanmış bir olay değil. Yarışı haftalar önce garantileyerek, puan farkı yaratıp unvan kazanan takımlara karşılık, finişe bir hafta kala işi bitiren şampiyonlar da var. Bu yıl da öyle oldu. 32 haftalık maraton yetmedi, Şampiyon, tek maçta taç giydi.
Şikayetçi değiliz... Böyle bir final maçına da şapka çıkarılır. İki takım da doğruları ve yanlışlarıyla tüm gücünü ve becerisini sahaya taşıyarak tacı yakalamaya çalıştı.
Oynanan oyuna, atılan gollere, verilen kararlara saygımız var.
Bu maçta, bir finale yakışmayacak şeyler de oldu. Saha içindeki mücadele zaman zaman futbol dışına taşıp itiş kakışa da döndü. Kaba güç kullananlar oldu. Cüneyt Çakır’ı baskı altına almak için yoğun çaba gösterenleri de gördük. Çakır oyunculara kırmızı kart göstermedi ama, Fatih Terim ve Ümit Davala’yı tribüne gönderdi. (Hasan Şaş’ın da kendiliğinden gönüllü olarak hocasını yanlız bırakmamak için tribüne çıktığını gördük. Bu onun ilk sadakat gösterisi değil. Yanlış, saçma ve açıklanamayacak bir sadakat (!) örneği.)
Her neyse biz yine futbola dönelim...
Başakşehir sezon boyunca yaşadığı sıkıntıdan finalde de kurtulamadı. Yaş ortalamasının
Ziraat Türkiye Kupası finalinin kahramanları var.
İkisini yazalım:
Galatasaraylı Sofiane Feghouli ile Akhisarsporlu Hugo Miguel Almeida Costa Lopes...
Biri maçın başından sonuna kadar takımının en çalışkan, en gayretli, en etkili oyuncusuydu. Kupayı getiren gol de onun ayağından çıktı.
Öteki, adının okunduğu kadar uzun süre kalamadı sahada.
Hiç de sportmence olmayan… Akılla bağdaşmayan… Görgüsüz, itici, hoyrat bir öfke ile attırdı kendini. Takımını 10 kişi bıraktı. Kırmızıyı görünce edepsizliğine devam etti. Sahadaki gerilimden en çok etkilenenler arkadaşlarıydı. O harika kurtarışları yapan kaleci Fatih bile kendini alamadı, topu Suat Arslanboğa’nın üzerine attı. (Galiba o topu kaparak tabloyu bozan ve Fatih’i kırmızıdan kurtaran Feghouli’ydi).
Eğri oturup doğru konuşalım…
İngiltere Premier Ligi, bazılarına göre 10 yıllık bir aradan sonra nihayet sembolündeki “aslan gibi” kükredi. Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde 4 takımla çeyrek final oynadılar. Oradan çıktıkları Liverpool- Tottenham finaliyle şimdiden büyük yankı yarattılar. UEFA Avrupa Ligi finalinde de Chelsea - Arsenal Premiership’in kükremesini tamamlıyor.
Elbette tesadüf değil. Milliyet’in “meraklı turşucusu“, çalışmalarını hayranlıkla izlediğim genç meslektaşım Celal Umut Eren, bu büyük başarının şifrelerini açıkladı dün.
Kaldığı yerden devam edelim...
Evet, ligi 97 (rekor) puanla ikinci bitiren Liverpool, şampiyon Manchester City’den daha çok kazanıyor. Manchester City’nin toplam geliri 148.1 milyon sterlin, Liverpool daha fazlası: 149.5 milyon sterlin.
Aradaki farkı yaratan, Liverpool’un canlı yayınlanan maç sayısının rakibinden fazla olması: 29 -26. Liverpool canlı yayınlardan 33.5 milyon sterlin kazanmış. Manchester City, 30.1 milyon sterlin elde etmiş.
Peki bu fark nasıl doğdu? Yayıncı kuruluşlar SKY Sports ve BT Sports Cuma, Cumartesi ve Pazar geceleri yapacakları canlı maç yayınlarında bilimsel verilerle takımları belirliyor. Liverpool Şampiyon Manchester City’den daha