Lütfen önce herkes sakin olsun. Bırakın elinizdeki silahları… Evet, tam da böyle günlerden geçiyoruz. Herkeste bir kavga, gürültü gidiyor.
Bazen kendi iç dünyamı, iç seslerimi sessize alır, dışarıdaki sesleri de kısar sadece gözlemlemeye başlarım. Son dönemde bu gözlemlerimde son derece rahatsız edici ifadeler görüyorum. İki kişi karşılıklı oturuyor; ne konuştukları bende kısık olduğu için bana pek ulaşmıyor ama birinin mimiklerinden nefret akıyor.
Yolda yürüyen iki arkadaş görüyorum, bedenlerinden büyük beden dilleri var. Delikanlının çene kasları gerilmiş, sinirle yürüyor. Adamın garsona sipariş verirken takındığı küstahça ifade hemen anlaşılıyor. Kazak satın alan genç kız kasadaki görevli kızın elinden poşeti çekerek alıyor. Satıcı, aldığı ürünü kadına al da git der gibi uzatıyor. Bir taksi duruyor yolcusunun para üstünü neredeyse üstüne atıyor. Kuaför içeri giren müşteriye sahte sahte gülümsüyor. Eczacı, amcanın reçetesini elinden hızla çekerek alıyor. Servis hostesi öğrenciden bir an önce kurtulmak istercesine çocuğu apar topar neredeyse araçtan “fırlatıyor”. Örnekler uzar gider…
Alın kendinizi sessize… Dünyayı bir de öyle izleyin. En çok da kendinizi... Nasıl bir
Eskiden hoşgörü diye bir kavram vardı… Önce ailemizde öğrenmiştik; bir arkadaşımız bize hoşlanmadığımız bir şey yapsa ya da biri ile ilgili olumsuz bir şey duysak ve bununla ilgili söylenmeye başlasak, büyüklerimiz hemen uyarırdı: “Hoşgörülü ol evladım”… Okulda bir öğrenci bir kabahat işlese öğretmenimiz önce, “hoşgörülü ol” derdi.
Daha önce bir yazı yazmıştım, “Nezaket Tatilden Dönmeli” başlığı ile. Şimdi aynı çağrıyı kaybolan hoşgörü için yapıyorum: Neredesin hoşgörü?
Hani çocukken bir oyun oynardık: Kol kola girip hep bir ağızdan, “Önümüze gelene bir tekme, önümüze gelene bin tekme’’ diye bağırarak okul bahçesinde turlardık. İşte tam da böyle yaşar olduk hayatı.
Bir olay oluyor, yüzlerce kişi o konuda konuşmaya başlıyor. Acaba aslı astarı var mı diye kimse düşünmeden, bazen de ‘çamur at izi kalsın’ diyerek… Kişiye söz hakkı verilmeden, sadece o konuyu değil, o kişi ile ilgili artık ne varsa özel hayatından sağlığına, saçından ekonomik durumuna masaya yatırılıyor.
Geçenlerde bir bebek mevlidi gündeme geldi. Uzun uzun yazıldı, çizildi. Bu konuda ahkâm kesecek, yanlış veya doğrudur diye yargıda bulunacak değilim. Ama bir anne olarak, bebek mevlidini yapan kişinin
Arkasında bıraktığı izlerin kişi hakkında fikir verdiğini biliyoruz. Birçok kişi, giydiği takım elbise ile veya sosyal medya hesabından verdiği mesajlarla kendisi hakkında iz bıraktığını düşünür. Oysa iz bırakmak hayatın her anında, her yerinde…
Hijyene önem veriyorum diye ayakkabıları daire kapısının önünde bırakırken…
Kafede garsona sipariş verirken…
Arabanı park ederken…
Çocuğunla gezerken…
Kapının önüne bıraktığın çöp ile…
Hepimiz birer markayız. Yaptığımız işle, hayatı yaşayış tarzımızla kendi markamızın temsilcisiyiz.
Peki, nasıl bir markayız?
Aslında hakkımızda konuşulanları duyabilsek, kişisel markamız hakkında bir fikir sahibi olacağız. Hatalarımız varsa, onların farkına varıp yüzleşebileceğiz. Ama çoğu kimse olumsuz şeyleri cesaret edip yüzümüze söylemez. Söylese bile ya kırılır ya da kulak arkası ederiz.
Günlük koşturmaca içinde kendimize dışarıdan bir gözle bakmak zor olacağı için ben şöyle bir yöntem uyguluyorum. Özellikle yeni tanıştığım insanlardan, beni ilk akıllarına gelen 5 sözcük ile ifade etmelerini istiyorum. İşte o 5 sözcük, benim onlardaki izlerim. Çıkan sonuçlardan memnunsam sorun yok ama değilsem oturup düşünürüm. Neden böyle bir iz bıraktığımı bulmaya çalışır, önlemimi alırım.
Bir başka kolay yol da kendinize bir kişisel marka yol haritası çıkarmak ve ona sadık kalıp kalmadığınızı görmek. Ayrıca mesleğiniz ve işinizle ilgili olarak insanlar hakkınızda neler konuşmalı, onu da bu çalışmada belirleyerek, kişisel markanız doğru yolda mı, anlarsınız.
Eğer kişisel markanızın durumunu istediğiniz noktadan çok uzakta görüyorsanız oturup tekrar düşünmelisiniz. Belki de “En
İşim gereği sosyal medyada epey zaman geçiriyorum. Özellikle başkalarının paylaşımlarını ve yapılan yorumları izliyorum.
Bir ünlünün paylaşımı gözüme çarptı. Fotoğrafın altında destansı bir yazı paylaşmış. Aslında konu bir başka ünlü arkadaşı ile ilgili; belli ki bu konuyla ilgili yanında olmak istemiş. Kısa ve öz yazabileceği bir destek mesajını o kadar uzatmış ki, üçüncü cümleden sonrasını okumadım. Üstelik arkadaşının isminin geçtiği her yerde küçük harf kullanmış. İmla hataları da cabası… Bir arkadaşım kendi hesabından benim için böyle özensiz bir mesaj yayımlasa bozulurum.
“Ee, buna mı taktın?”
Sosyal mecralarda “Burası benim özelim, istediğimi paylaşırım” konusunu geçtik artık değil mi? Zira 7000 takipçisi olan birinin özeli pek kalmamıştır diye düşünüyorum. Sen kişisel bir marka isen, her hâlinle, her söyleminle, kısacası dünyaya açıldığın her anınla bir bütünsün. Kapılarını kapattığında evde ne yaptığın seni bağlar, çünkü bundan kimsenin haberi yoktur. Sosyal medya gibi bir yerde üstelik bir dolu takipçin de varken yazdıklarına biraz dikkat etmen gerek diye düşünüyorum. Bu kişinin bende bıraktığı izlenim; dil bilgisinin temel kurallarını, hiç olmazsa özel
Sürekli hizmet aldığınız bir yerle ilgili beğeninizi belirtirken yere göğe sığdırılmaz müşteri olur, ancak ilk şikâyetinizde ‘tukaka’ ilan edilirsiniz. Sizin aklınızda şikâyetçi olmanıza neden olan sorun değil de firmanın yaklaşımının hissettirdiği olumsuz duygu kalır. Ben de bu duyguyu son günlerde farklı firmalar yoluyla deneyimledim.
Satış öncesi ve sonrası hizmet kalitesinin, çalışanların tutumunun, nasıl iletişim kurulduğunun önemini hâlâ anlayamayan kurumların, bunu anlayıp harekete geçenlere göre daha geride olduğu malum.
Piyasada iyi isim yapmış bir beyaz eşya markasının teknik servisi yazdan bu yana 7 (evet, yedi!) kere evime geldi. Hâlâ sorunu tespit edebilmiş değiller. Defalarca ve farklı ekipler tarafından makineye bakılmasına rağmen bir türlü işin içinden çıkamamalarının bende yarattığı duygu, makinemin arızasının önüne geçti. Ürünleri istediği kadar kaliteli olsun, benim gözümde artık konu bir arızadan çıktı, markanın teknik yetersizliğine dönüştü.
Gelelim iletişim konusuna… Bir lansman için bir aydır bir firma ile görüşüyoruz. “İçerideki tadilat bitsin, yapalım” diye birkaç kez görüşüldü. Lansman tarihi yaklaşırken tadilatın bittiğini bizzat gidip gördük
İşim gereği farklı sektörlerden, farklı mesleklerden insanlarla tanışıyorum. Bazen o kadar mütevazı insanlar oluyor ki, az önce mezuniyet töreninden gelmiş gibi davranıyorlar. Sonradan biraz araştırma, zorla ağızdan laf almayla arkalarından kocaman birikim ve uzmanlık çıkıyor. Bu tarz insanlarla sohbete doyum olmuyor.
Bir de başka bir grup insan var ki evlere şenlik… Onlar gelmeden unvanları ve egoları elle tutuşmuş masaya oturuyor. Yanılıp da bu kişilere mesleklerini, uzmanlıklarını sorarsanız, vay halinize! İşte orada içlerindeki süpermen ortaya çıkıyor. Hatta bırakın bir şey sormayı, bazen bir “merhaba” yetiyor.
“Ben avukatım. Üç dil biliyorum. Uluslararası hukuk, denizler hukuku vs. hepsinde çok iyiyimdir. Bütün gazetecileri tanırım. Kaç senenin birikimi var… Değerli bir avukatım yani.” Birazdan ‘arkamızdaki dağları ben yarattım’ diyecek.
Bir diğeri “mimarım” diye başlıyor söze. “Nasıl yani, böyle bir proje yapacaksınız ve benim adım size gelmeyecek?! Hayret vallahi. Bu tarz projelerde ben Türkiye’de tekim, nasıl adımı duymazsınız?” Siz ‘duymadım’ dedikçe dozu daha da yükselterek anlatmaya devam ediyor.
Bir internet projesi için bir grafikerle görüşüyoruz.
Bazı insanlar ne istediğini bilir ve o yolda ne pahasına olursa olsun ilerler. Arada tökezler, düşer ama yine ayağa kalkar. Onlar hedefe kilitlenmiştir, er ya da geç gidecekleri yere varırlar. Peki ya savrulanlar?
Onlar hemen her yerde karşılaşabileceğiniz, şahsına münhasır kişilerdir. Gördükleri, duydukları her şeyi yapabileceklerini iddia ederler. Her sabah kafalarında yeni bir fikirle uyanır, akşama doğru bambaşka bir fikre doğru yol alırlar. Sürekli mutsuz ya da bazen mutlu bazen mutsuz olarak duygu durumları saatler içinde bile değişebilir. Bir heyecanla ötesine berisine bakmadan bir sürü işe girişir, yarıda bırakıp başka bir projenin yolunu tutarlar. Oyuncaklarından çabuk sıkılan çocuklar gibi...
Arkalarında bir sürü yarım kalmış iş ve proje vardır. İşler kötüye gittiğinde herkes ve her şeyi suçlarlar, kendileri dışında! Ekonomiden tutun arkadaşlarına, köşedeki bakkalın çırağına kadar herkes suçludur. Neden? Çırak kahveyi hemen getirmedi, kahve içemeyince ayılamadı, geç içti, gideceği yere o yüzden geç kaldı. Zaten hayat hep onlara zalim davranır, herkes onunla uğraşır…
Oradan oraya savrulanların bence en büyük sorunu bir hedeflerinin olmayışı ve kendilerini bir