Geri getiremediğimiz en kıymetli şey zaman… Ben zamanın kıymetini son bir yıldır daha iyi anladım. Anlamaya başladığımdan beri sanki daha sadeleşiyor, belki yalnızlaşıyor gibi görünsem de aslında zenginleşiyor ve çoğalıyorum.
Eskiden herkese yetmeye çalışırdım. Uzun uzun dinlerdim arkadaşımı. Sevmediğim etkinliklere sırf o gelmemi istiyor diye katılırdım. İnsanları mutlu etmek için zamanımı bol keseden harcardım. Şimdi ise her şeyden kıymetli benim için zaman. Zamanımı iyi yönetmeye başladığımdan beri daha çok şeye yetişiyorum.
Hayatıma baktım, en çok nerelerde vakit kaybediyorum ve neden kaybediyorum diye. Bir plan yaptım. Bana iyi gelen şeylere daha çok zaman ayırmaya, iyi gelmeyen ne varsa kaldırıp atmaya veya süresini kısıtlamaya başladım. Şimdi en sevdiğim, birlikte olmaktan keyif aldığım kişilere zamanımı ayırıyorum. Daha çok okuyorum, daha çok yazıyorum, daha fazla seyahat ediyorum.
Bu durumumu hâlâ kabullenemeyen ya da beni tanımadığı için zamanımı çalmaya çalışanlar yok mu? Elbette var. Eminim sizin de vardır. Özellikle her gördüğü
Çocukluğumdan beri hikâyeleri çok sevdim. Bir sürü hikâye bilirim. Hem dinlemeye hem anlatmaya bayılırım.
Bir arkadaşım hayatında kimse olmamasından yakınıp üstüne “Ama umudumu kaybetmedim. Vardır bir köşede, beni seven biri” deyince hemen aklıma meşhur Kırmızı İp Hikâyesi geldi. Hikâyedeki inanışa göre iki insanın birbirine olan kaderi görünmez bir kırmızı iple birbirine bağlıymış. Bu ip birbirinizden ne kadar uzakta olup olmadığınıza bakmadığı gibi; dolansa da, gerilse de asla kopmazmış. Çin inanışına göre bu ip iki insanın ayak bileklerine bağlı iken Japonlar ipin el serçe parmaklarına bağlı olduğuna inanırmış.
Eğer hayatınızda biri yoksa, arkadaşımın dediği gibi vardır sizin de mutlaka görünmez kırmızı iple bağlı olduğunuz biri. Şu an onunla kavuşmamış olmanız onun olmadığı anlamına gelmez. Önemli olan bu inancı içinizde sıcak tutmanız. Belki sizin ipiniz dolanmış ya da gerilmiş olabilir ama mutlaka bir yolunu bulup ikinizi bir araya getirecektir.
Bu hikâyenin dışında ayrıca artık biliyoruz ki hepimiz birbirimize görünmez bağlarla
Son dönemde özellikle hizmet sektöründe iş yapanların çok kullandığı bir kavram var: Alma- verme yasası. Fakat bu “Alma-verme yasası” aslında spiritüel bir kavram iken nasıl oldu da kapitalist sisteme hızlı bir geçiş yaptı?
Deepak Chopra’nın kaleme aldığı “Başarının 7 Spiritüel Yasası” (Pozitif Yayıncılık) kitabındaki ikinci yasa olan Alma-Verme Yasası; şimdilerde iş hayatında şöyle kullanılıyor:
Diyelim ki yaptığınız işin karşılığını istemeye utanıyorsunuz. Sizden hizmeti alan kişi hele de tanıdık ise, ‘eşten dosttan para mı istenir’ şeklinde, paranızı talep etmekten sizi alıkoyan bir duygunuz var. İşte orada, alma-verme yasası imdadınıza yetişiyor ve cevabı yapıştırıyorsunuz: “Şekerim ben sana bedava da yaparım ama biliyorsun, alma-verme yasası… Bunu çiğnememek için bir ücret almalıyım”. Böylelikle hem bedavadan iş yapmamış oluyor, hem de paranızı istemek için akıllıca bir gerekçe bulmuş oluyorsunuz.
Peki, alma verme yasası gerçekten bu mu? Bir şey yaptığımızda karşılığını anında istemek mi? Her şeyi kendi çıkarı için saptırma konusunda insanın zekâsı hayranlık verici…
Bence doğru olan; kime olursa olsun bir hizmet verdiysen, yasa vs. bahanelerin arkasına sığınma.
Bana her söylenene inanmak isterim. Yapım öyle… Başkaları çıkıp “O sana yalan söylüyor” dese bile o kişiye inanmaya devam ederim, ta ki karşımdaki insan aksini itiraf edene ya da yalanı ortaya çıkana kadar. İşte o zaman çok üzülürüm. Doğruyu gizlemesine ya da samimiyetsizliğine değil, karşımda masumiyetini kaybetmiş olmasınadır bu kadar üzülmem… Bu benim için öyle bir durum ki, o kişi önce çok güzel ve bembeyaz görünüyor, sonra bir çizgi filmin içindeymiş gibi önce yüzü kararmaya sonra şekli değişmeye başlıyor. Onunla görüşmeye devam etsem bile ilk zamanların beyazlığı ve güzelliği kalmıyor gözümde.
Sanki bu dünyanın bizden beklentisi de masumiyetimizi kaybedip bir savaşın içinde yaşamamız... Peki neden? Ne için? Bir dakika sonra başımıza ne geleceğini bilmezken nasıl olur da bu kadar entrika ve kötülüğe dahil olabilir insan?
Bana şu hayatta neyi korumakta zorluk çektiğimi sorsanız, ‘masumiyetimi’ derim.
Çünkü iyilik yapsanız, birileri çıkar “Deli misin, başkası yapsın. Sen niye yapıyorsun?” diye tepki verir. Birini affettiğinizi söyleseniz, “Ben olsam asla affetmem” der. Empati kurar, üzülürsün, “Sana mı kaldı?” cevabını yapıştırır. Ne zaman bu kadar kirlenmeye yüz
“Hep çiçek, böcek yazıyorsun”. “Biraz sert yaz”. “Bak, şöyle yaz...”
Bu ara bu cümleleri çok sık duyuyorum. Eleştiriye bayılırım diyemem ama doğru eleştirinin de insanın geliştirdiğine yüzde yüz inanırım. Ancak eline hiç kitap almamış, yazılarımın tamamını okumadan sosyal medyada denk gelip sadece başlığını okumuş kişilerin söylediklerini de çok dikkate almam. Üstelik kavgadan gürültüden bahseden dizisi, haberi, sokaktaki saldırganı başta olmak üzere bu kadar olumsuz uyaran varken neden benim de nefret dolu yazmamı bekler ki insan? Elbette ben de hayatımı bir prenses gibi şatolarda geçirmiyorum. Her şey mükemmel gitmiyor. Zaman zaman işte, sosyal hayatta ben de olumsuz durumlar yaşıyorum. Daha yeni yaşadığım bir seyahat hikayem var ki, onu da bir ara yazacağım.
Ama ben artık iyilik konuşalım, iyi şeylerden daha çok bahsedelim istiyorum. Düzelecek, halledebileceğimiz konuları ve çözümlerini konuşalım. Negatiften değil, pozitif olandan beslenelim. Bu amaçla son dönemde “İyi Şeyler Olur” adını
Bu mektubu sana 9 yaşındaki hâlin olarak yazıyorum. Şimdiki senden memnun sayılırım. Hayallerimi gerçekleştirmek için çok yol aldın. Bazı hayallerimden vazgeçtin ama olsun. Sanırım onları gerçekten istememiştim...
Yaş alırken bazı deneyimler yaşıyorsun ve “ben deneyimlerimin toplamıyım“ demişsin, sevdim bu sözü. Annemi, babamı kaybettiğim, yalnız hissettiğim zamanlarda bir sürü arkadaşınla kurduğun kocaman ailenle sarıp sarmaladınız beni. Bayılıyorum onlara.
Bazen çok ağlıyorum. Yere düştüğümde, biri beni incittiğinde bana çok güzel annelik, ablalık yapıyor, yaralarımı sarıyorsun. Dimdik duruyorsun hayata karşı, yıkılmıyorsun. Eğer yıkılıyorsan da bana fark ettirmemeyi beceriyorsun. İşte bu güçlü yanlarını seviyorum. Senin içinde hep güvendeyim, biliyorum.
İyiliği, güzelliği önemsemeni seviyorum. Böyle bir kadın olacağını biliyordum çünkü küçükken de böyleydin, bak bana...
Ama şikayetlerim de var senden. Güçlü yanlarınla birlikte koyduğun kurallar bazen çok sıkıcı oluyor. Bunlardan en sıkıcısı sabah erken kalkmak. Bir de abur cubur yasakların. Benimle artık yeteri kadar oynamıyor, beni eskisi kadar güldürmüyorsun. İş, sorumluluk diye tutturdun. Bu kadar olmamalı...
Hep biz evrene mesaj gönderiyoruz. Peki, evrenden gelen mesajları alıyor muyuz?
Genelde eksik ya da hiç sahip olmadığımız şeyler üzerine odaklanırız. Sahip olduklarımız için mutluluğumuz daimi mi? Mutlu olmak için gerekli ve şart gördüğümüz kaç hedef bizi gerçekten mutlu etti? Evlenmeyi çok istedik. Kaçımız mutlu oldu? Araba istedik, mutluluğumuz ne kadar sürdü? Çocuğum olsun diye dua ettik. Olunca mutlu olduk ama en çok da çocukla beraber artan sorumluluklardan şikâyet eder olduk.
Demek ki evrene mutluluğumuz için sürekli sipariş verirken onun gerçekten bizi mutlu edip etmeyeceğini ya da bu mutluluğun ne kadar süreceğini bilmiyoruz. İçimizde sürekli mızmızlanan, sürekli bir şeyler isteyen bir çocuk var. Evren isteklerimizi gerçekleştirmeden önce bizi bu konuda uyarıyor mu? “Böyle yaparsan mutlu olamazsın”, “Aslında istediğin şey bu değil” diye mesaj gönderiyor mu? Gönderiyorsa bile kendi iç gürültümüzden ya da gerçeklerle yüzleşmemek için isteğimizle meşgul olmaya devam ediyoruz.
Evren hızla tükettiğimiz dünya için de sürekli mesaj veriyor ama kaçımız duyuyoruz ki?
İsteklerimizle ilgili bize gelen mesajları duymaya çalışalım. Bence içimizdeki mızmız çocuğu biraz
Yeni bir yılı karşılıyoruz. Tıpkı geride bıraktığımız yılı karşılarken cebimizde yeni kararlar, yeni istekler olduğu gibi bu yıl da birçoğumuzun listesi uzun…
Ben çok severim yeni kararlar almayı, bu kararları yazıp çizmeyi. Artık kararlarımı alırken farklı bir yöntemim var. Kendime şöyle soruyorum: İstediğim şeyi mutluluğum için mi yoksa hırsım için mi istiyorum?
Birçok kararımızı hırsımız nedeniyle alırız. Eğer oturduğunuz evden memnun olduğunuz halde sırf x kişinin oturduğu muhitte oturmak için hırs yapıp borç harç içine girmek sizin mutluluğunuz için alınmış bir karar değildir herhalde. Kilonuz gayet normalken en yakın arkadaşınız sizden 3 kilo eksik diye karalar bağlamak, vücuduna eziyet etmek de öyle… Evin önünde yeni arabanız duruyor ama siz onun borcunu ödemek için bir yere gidemiyorsunuz. Hatta düne kadar yürüyerek gittiğiniz sinemaya bile gidemiyorsunuz. Etrafımızda bunun gibi birçok örnek mevcut.
O zaman kendimize karşı dürüst olalım.
Kararlar ve istekler listenizi yaparken veya çoktan bitirdiyseniz, her biri için şu soruyu kendinize sorun:
“Bu isteğim gerçek olduğunda mutlu olacak mıyım?”
Eğer mutlu olacaksanız, harika haber…
Eğer sizi strese sokacak, m