Bana her söylenene inanmak isterim. Yapım öyle… Başkaları çıkıp “O sana yalan söylüyor” dese bile o kişiye inanmaya devam ederim, ta ki karşımdaki insan aksini itiraf edene ya da yalanı ortaya çıkana kadar. İşte o zaman çok üzülürüm. Doğruyu gizlemesine ya da samimiyetsizliğine değil, karşımda masumiyetini kaybetmiş olmasınadır bu kadar üzülmem… Bu benim için öyle bir durum ki, o kişi önce çok güzel ve bembeyaz görünüyor, sonra bir çizgi filmin içindeymiş gibi önce yüzü kararmaya sonra şekli değişmeye başlıyor. Onunla görüşmeye devam etsem bile ilk zamanların beyazlığı ve güzelliği kalmıyor gözümde.
Sanki bu dünyanın bizden beklentisi de masumiyetimizi kaybedip bir savaşın içinde yaşamamız... Peki neden? Ne için? Bir dakika sonra başımıza ne geleceğini bilmezken nasıl olur da bu kadar entrika ve kötülüğe dahil olabilir insan?
Bana şu hayatta neyi korumakta zorluk çektiğimi sorsanız, ‘masumiyetimi’ derim.
Çünkü iyilik yapsanız, birileri çıkar “Deli misin, başkası yapsın. Sen niye yapıyorsun?” diye tepki verir. Birini affettiğinizi söyleseniz, “Ben olsam asla affetmem” der. Empati kurar, üzülürsün, “Sana mı kaldı?” cevabını yapıştırır. Ne zaman bu kadar kirlenmeye yüz tuttuk? Biz gelenek olarak birbirine yardım eden bir toplumduk. Arkadaşlarımızla kalemi, silgiyi, beslenmemizi paylaşırdık. Ailemiz küçülmüşlerimizi, kullanmadığımız eşyaları toplar ihtiyacı olanlara verirdi. Şimdi hediye etmeye kalksak, “Ne veriyorsun, satsana” diyor. Kuşa, kediye, köpeğe yemek verecek olsanız, “Alıştırma kapıya” diye komşunuzdan fırça yiyorsunuz. Yerden çöpleri alsan, ağaç diksen, “Sen mi kurtaracaksın dünyayı?” İyilikleri sosyal medyada reklamımıza katkı sağlayacaksa yapar olduk. Hızla masumiyetimizi yitiriyoruz.
Meydana gelen deprem için reklamsız, sessizce yardım eden, iyiliğini sunan herkes;
iyiliğe olan inancımın meşalesidir. Masumiyeti yitirmemiş bir avuç insan da kalsa, inanıyorum ki dünyanın her yerine iyiliği tekrar bulaştıracaklar.