Kuşkusuz ki benim cahilliğim, ben hacamat müesssesini çok geç öğrendim. “Hacamatçıya gidiyorum” cümlesini ilk duyduğumda ki epey yakın bir tarih asla nereye ve ne amaçla gidildiğini anlayamadım. Bugüne kadar cümle içinde bir tek “hacamat etmek”i duymuşum, o da argoda “yaralamak, çizmek” anlamlarına gelen bir tabir, insan neden kendi isteği ve dahi parasıyla yaralanmaya gitsin?
Nitekim kısa zamanda aydınlandım, o tabir kaynağını 5000 yıl öncesine dayanan akupunktur benzeri işlemden alıyormuş, zira hacamatçı insanın derisini bir neşterle çizip oradaki ‘kirli’ kanı bardak marifetiyle emen kişiymiş. Şimdi sosyal medyada birbirine “İslamla alakalı diye karşı çıkıyorsunuz yoksa bayıla bayıla giderdiniz” diyenler görüyorum, hacamatın eski Mısır’dan Çin’e, Antik Yunan’dan Roma’ya birçok uygarlıkta uygulandığına dair bilgiler mevcut.
Ancak bizde işler çığrından çıkmış durumda. Normalde beli ağrısa gideceği doktorla ilgili kılı kırk yaran, elli kişiden tavsiye alan, google’ın altını üstüne getiren insanlar gönül rahatlığıyla kim olduğunu, nasıl bir eğitim aldığını bilmedikleri hacamatçının (yeni öğrendiğimiz adlarıyla haccam ve haccamelerin) neşterine teslim olmaktalar. Hem de her
Sonra birer birer arkadaşlar geliyor, sohbetler ve kahkahalar, tam bir neşe tablosu. Herkesin birbirini çok iyi tanıdığı ve yüzde 100 güvendiği dost meclislerinden. Mi acaba?
Üç çift ve o gece yeni sevgilisini arkadaşlarına tanıştırması beklenirken yalnız gelen bir adam, toplam yedi kişi güle oynaya yemeklerini yerken biri bir fikir atıyor ortaya. Hani ‘Doğruluk mu cesaret mi?’ diye bir parti oyunu vardır, bizim kuşak için ‘Şişe çevirmece’... Ya sorulan soruya doğru cevap verir ya da o kadar dürüst olamayacaksan verilen görevi yerine getirirsin. Hah, işte onun kaçış olmayan bir versiyonu, gelen öneri: Herkes cep telefonunu masaya koyacak, gelen bütün mesajlar ve aramalar herkes tarafından görülüp duyulacak.
Bilmiyorum sizin için ne derece ürkütücü bir oyun. Diyebilirsiniz ki “Yiğidin malı meydanda olur”, o zaman hodri meydan. Zaten öyle bıçak sırtı bir konu ki, itiraz etsen bu sefer karın, kocan, sevgilin “Hayırdır, ne saklıyorsun?” diyecek. Böylece yedi arkadaşın giderek gerilime dönüşen gecesi başlıyor. Kim kimi ne kadar tanıyormuş, o ‘kara kutularda’ neler saklıymış, hep beraber izliyoruz.
Özpetek’in öngörüsü
Serra Yılmaz’ın ilk kez yönetmenlik yaptığı ‘Cebimdeki Yabancı’,
Nasıl oluyor sahiden merak ediyorum, aile olmak içlerinden birinin her türlü rezilliğini hoş görmeyi, ona kılıflar uydurup suçu başka birinin üstüne atmayı beraberinde getiren bir paket mi illa? Adamın biri otobüste gördüğü bir kadının arkasından inip onu evine kadar takip ediyorsa, kapının önünde kıstırıp taciz ediyorsa, bağırması üzerine korkup kaçıyor ama kameralarda görüntüsü kalıyor ve bu sayede yakalanıyorsa o adamın ana babasının yapacağı “Biz ne biçim evlat yetiştirmişiz?” diye kendilerini sorgulamak olabilir en fazla. Karısının payına da kendi eş seçiminden ötürü hayıflanmak düşebilir. Onun adına utanmak, öfkelenmek, ayıplamak da diğer seçenekler. Nasıl oluyor da iş tacize uğrayan kadına saldırma noktasına gelebiliyor? “Benim oğlum / yeğenim / kocam yapmaz” diyemezsin, kamera görüntülerinde suratı var, yapmış açıkça. Ne olabilir böyle bir utancı aklamaya çalışmanın sebebi? Muhtemelen bunu bir ‘utanç vesilesinden’ saymamak, erkekliğin gereklerinden kabul etmek.
Aralık ayında Ankara’da evinin önünde tacize uğrayan, kendisine saldıran adamı kamera görüntüleri ve sosyal medya paylaşımları sayesinde yakalatan üniversite öğrencisi kadının bir de mahkemede saldırganın ailesi
Sahnelere dönmeye çalışan bir aktörü anlatan ‘Benim Adım Feuerbach’ 22 yıl sonra Ayşenil Şamlıoğlu’nu yönetmen, Selçuk Yöntem’i oyuncu olarak tekrar buluşturuyor
Şimdi dönüp bakıyorum; yıl 1991’miş, ben bir öğrenci olarak Ankara Devlet Tiyatrosu’nun bir oyununu izlemişim: ‘Deli Dumrul’. Orada bir aktör izlemişim, gözlerime inanamamışım, ne kadar oyun görmüşüm ki kıyaslama imkânım var belli değil ama Selçuk Yöntem adını yazmışım bir kenara. Ankara Devlet Tiyatroları yıldızlarının ekrana çıkana kadar ‘ünlü’ olmadığı yıllar bunlar.
Yedi yıllık ayrılık
Yıl 1996; bir oyun geliyor İstanbul’dan Ankara’ya, adı ‘Ben Feuerbach’, ben gene koşa koşa gidiyorum Selçuk Yöntem adını görünce.
Bir zamanlar kral olup yedi yıl sahnelerden uzak kalmış bir aktörün bir rol için kendisini ünlü bir yönetmenine beğendirme çabasını anlatıyor oyun. Nefret ediyor sınanıyor olmaktan, adı yeterli olmalı normalde önünde bütün kapıların açılması için. Ama aksi gibi karşısında yönetmenin kendisi bile yok, ‘anlı şanlı’ Feuerbach’ı hiç tanımayan toy bir asistan var. “İşimiz bitse de gitsek” diye sabırsızlanan, “Beni asıl şaşırtan bu kadar meşhur olmanıza rağmen adınızı hiç duymamış olmam” diye onu küçümseyen, kendi beş
"Epeydir hep birlikte bir şey yapamıyorduk. Belki Tolga’nın ödül kabul konuşmasıyla gururlanabiliriz.” Cem Altınsaray, Tolga Karaçelik’in ‘Kelebekler’ filmiyle Sundance Film Festivali’nden Dünya Sineması dalında
‘En İyi Film Ödülü’ aldığını böyle duyurmuş Twitter’dan.
Kulağa çok hoş geliyor sahiden. Bir yönetmenimiz Sundance gibi dünya sinemasının gözbebeği festivallerinden birinden böyle önemli bir ödül alıyor, orada sahneye çıkıp göz yaşartıcı bir konuşma yapıyor, biz burada milletçe izleyip gururlanıyoruz. Bütün sanatçılarımız da, tabii ki devlet büyüklerimiz de kutluyor kendisini, çünkü ‘birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde’ sanatın en önemli birleştirici unsur olduğunun bilincindeyiz.
Ve tabii ki ‘Kelebekler’ pek yakında 300 kopya halinde sinemalarda yerini bulacak, gişede ‘Deliha 2’ ile tatlı bir rekâbet içine girecekler. ‘Recep İvedik’ mi? Yok canım, o kadar da değil tabii...
Hayallerimiz bile ancak belli bir noktaya kadar uçabilirken fantaziyi bırakırsak, gerçek şu ki maalesef hayır, hep beraber gururlanamıyoruz. Binbir türlü manimiz var, biz size gelemiyoruz, siz bize gelemiyorsunuz, bir ortak paydada da buluşamıyoruz.
İlk iki filmi yurtiçi ve dışından bir
Hayatımızda karın doyurmaktan çok daha fazla anlamı olan bir yemek, çorba. Bir kere bereketli, sofraya oturacak insan sayısı arttı mı içine bir iki malzeme ekleyip, anında çoğaltmak mümkün. Sonra iç ısıtır, soğuk havalarda, üşüdüğümüz anda aklımıza ilk gelen şeydir, “Sıcak bir çorba olsa da içsek”. En önemlisi şefkatli, hastalandığınızda size bir tas çorba yapacak bir dosttur, ilk ihtiyacınız olan şey. Dolayısıyla yokluğu da yalnızlığı hatırlatır. Bir insanın olduğu gibi bir halkın da yalnızlığına deva olabilir, içini ısıtabilir, acılarını hafifletebilir bir tas çorba. Bütün mesele onları görmek ile “Ben ne yapabilirim ki?” deyip geçmek arasında yapacağınız seçimde.
Lübnan doğumlu yemek yazarı ve fotoğrafçı Barbara Abdeni Massaad, Bekaa Vadisi’ndeki sıcak dairesinde kendi çocuklarına sarılıp uyumak yerine, uykusu kaçıp 45 dakika mesafedeki mülteci kampında plastik çadırlarında yaşam mücadelesi veren Suriyeli aileleri ziyarete gitmeyi seçenlerden. Arabasının bagajını yiyeceklerle doldurup düzenli olarak kampa gide gele sonunda daha kalıcı ne yapabileceğini düşünmeye başlamış.
Ünlü şeflerden tarifler
Her hafta Hamra’daki Slow Food Earth pazarında mülteciler için çorba pişiren
Memleket ne zaman zor bir zaman geçirse, kamplardan biri ‘karşı kamp’ olduğuna hükmettiği birilerini sıkıştırmaya başlıyor: Evet, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Hâlâ açıklamadınız fikrinizi?
Hemen Instagram, Twitter, Facebook hesapları incelemeye alınıyor, en son ne koymuş, ne zaman koymuş, madem eli tutuyor, gözü görüyor, neden hâlâ bu konuyla ilgili bir paylaşımı yok?
Daha önce de farklı vesilelerle sormuştum bunu: Allah aşkına, ne yapıyorsunuz?
İnsanları Afrin harekâtı üzerine fikir beyan etmeye, ama kesinlikle sizin kafanızdaki fikri beyan etmeye zorluyorsunuz. Ve bunu o yeme içme, kedi, kuş fotoğrafları arasından yapmanın çok kahramanca bir şey olduğuna inanıyorsunuz.
Sessiz kalanları fişliyorsunuz, üzerlerine rahatça “hain” yaftasını yapıştırıveriyorsunuz. Nasıl bu kadar tehlikeli bir şey yapabiliyorsunuz?
Mesela bir magazin programının konusu mudur tek tek hangi ünlülerin Mehmetçik paylaşımı yapmadığını saymak? Amaç ne; “Kim askerimizin yanında, kim değil, ortaya çıkarmak”. Araştırmacı gazetecilik. Yanlış anlamayalım, seyirciler merak etmiş.
Bir isim atılıyor ortaya, hemen sayfasına bakılıyor, “Paylaşmamış mı? Şaşırttı beni” diyor biri. Neden şaşırttı? Ortadoğu uzmanı mı bu
Georg Büchner’in tamamlayamadan öldüğü fakat tiyatro tarihinin ölümsüzleri arasına giren oyunu ‘Woyzeck’, Muharrem Özcan’ın rejisiyle Oyun Atölyesi’nde
Bu herhalde ‘Woyzeck’in ülkemizdeki kaderi, etkileyici bir görselliğin içinde ‘sözünün’ kaybolması. Daha önce Tatbikat Sahnesi’nin şahane müziklerle rock müzikali olarak sahnelediği ‘Woyzeck Masalı’nda da aynı hisse kapılmıştım, Oyun Atölyesi’nin Muharrem Özcan rejisi de aynı eksiklik duygusuyla uğurladı beni: Metinde izleyiciye geç-e-meyen bir şeyler var. Önce oyunun konusunu hatırlayalım; Woyzeck doğuştan talihsiz bir adam, komutanları tarafından sürekli ezilen, zavallı, rütbesiz bir asker. Hayatta gerçek bir bağ kurduğu tek kişi, deli gibi âşık olduğu sevgilisi Marie. Ona ve çocuğuna bakmak için yüzbaşının ayak işlerini yapmaya da razı, sadece bezelye yemenin beyinde yaratacağı sonuçları inceleyen bir çalışmanın deneği olmaya da. Ordunun, bilimin, toplumun kıskaçları arasında dünyası günden güne daralır, ruhsal dengesi bozulurken ‘insan’ kalmaya çalışıyor inatla. Marie’nin onu aldattığı söylentisi bardağı taşıran son damla oluyor, kafasının içindeki “Erkeksen al bıçağı sapla”vari sesler gitgide yükseliyor.
İlk modern drama
1813