Sanıyorum bir ilişkinin gerçekten aşk, sevgi üzerine kurulu olup olmadığı esas olarak ayrılık halinde belli oluyor. Beraberken istersen 24 saat gözünün içine bak, ayrıldığında o gözü oymak istiyorsan orada pek de aşktan söz etmek mümkün değil.
Tamam, artık seni değil başkasını seviyor diye sevinçten deliye dönmezsin ama asgari bir mutluluk dileği geçmeli içinden, bir zamanlar âşık olduğun insan için. “İkimizin de hakkında hayırlısı olsun” diyebilirsin. Birini sevmişsen hep sevmeye devam edersin bir şekilde, demeye çalıştığım bu.
Bir ayrılık komedisi
Anlaşıldığı kadarıyla Ahu Türkpençe’nin de demek istediği buymuş ki oturup “Bir ayrılık komedisi” diye tanımladığı ‘Patates’ adlı oyunu yazmış. Esasen bir intikam komedisi daha doğru.
HT Pazar’a verdiği röportajdan öğreniyoruz ki Duru Tiyatro’da oynadığı ‘Sondan Sonra’ oyununu bir komedi izlesin istemiş. Durum komedilerini seviyormuş ama bel altı esprileri, ilişkilerle ilgili oyunlarda insanların birbirine kötü davranmasını sevmiyormuş. Bir süre oyun aramış, istediği gibi bir şey bulamayınca da kendi oyununu kendisi yazmaya karar vermiş. Hem de yazarken kendi deyişiyle “şapşal şapşal” gülerek.
‘Patates’, yeni ayrılmış bir çiftin evlerini
Basit bir haber gibi görünüyor aslında. Ama bir yandan da o kadar çok gerçeği bünyesinde barındırıyor ki.
Olay Adana Seyhan’da geçiyor. Vatandaşın biri, elini yıkamak için camiye giriyor. Girerken de bisikletini duvar kenarına bırakıyor. İşini bitirip bir çıkıyor ki bisikletin yerinde yeller esmekte.
Hemen karakola gidiyor, “Bisikletim çalındı” diye şikâyette bulunuyor. Fakat kendisine sorulan soruları; misal bisikletin markasını ya da ne kadara alındığını bilemeyince polis kuşkulanıyor ve Adem E. adlı kişiyi çapraz sorguya alıyor.
Ne çıkıyor işin altından dersiniz?
Meğer bu Adem E. bisikleti başka birinin işyerinin önünden ‘çalmış’. Biraz gezmiş dolanmış, sonra camiye uğramış. Kendisi bizzat hırsız yani. Ve fakat çaldığı bisiklet başka bir hırsız tarafından ikinci kez çalınınca, polise gitmekten çekinmiyor. Demiyor ki, “Ya benim hırsız olduğum anlaşılırsa, başım belaya girerse?”
Yakalanınca da en iyi savunma yöntemi olan saldırıya başvuruyor: “Memlekette namuslu adam kalmamış” diye isyan ediyor: Hiç camide hırsızlık olur mu?”
Tek bir cümle koca bir ikiyüzlülüğü, kana işlemiş riyakârlığı bu kadar güzel anlatır mı?
Sen her türlü namussuzluğu yapabilir, çalabilir, çırpabilir, yalan söyleyeb
Televizyon dizilerimizdeki kadın temsili, son dönemlerde sık konuşulan bir konu. Özellikle, bu duruma hassasiyet gösteren TÜSİAD’ın toplumu etkileme gücü yüksek dizilerle ilgili başlattığı toplumsal cinsiyet eşitliği projesinden ve çıkan rapordaki verilerden sonra...
Bir kadın yazarın; Meriç Acemi’nin elinden çıktığı halde ‘Ufak Tefek Cinayetler’, maalesef baştan beri bu konuda en sorunlu olanlardan biri. Kadınların neredeyse hepsinin hayattaki tek uğraşı, entrika uzmanlığı. Tamamen boş geziyor, dedikodu yapıyor ve birbirlerinin kuyusunu kazıyorlar, bu kadar. Zeki oldukları teslim ediliyor sık sık ama bu zekanın yöneldiği tek alan, kocayı elde tutma sanatı. Aralarındaki tek okumuş, meslek sahibi doktor Oya (Gökçe Bahadır) da çocuk sahibi olamadığı için ‘eksik’ sayılıyor ve bunu tamamlama yolunda yine entrikacı bir doktor kadının (Sezin Akbaşoğulları) ağına düştü, bu bölümde.
Ama bu bölümde daha sorunlu bir durum vardı: Pelin ve Taylan çiftinin evine bir temizlikçi kadın alınmıştı.
Daha doğrusu mevcut olan izne çıktığı için kuzeni gelmişti. Bu yeni genç kadın evin içinde olabilecek en kısa mini eteği ve sivri topuklu pabuçlarıyla salındıkça, Taylan’ın (Ferit Aktuğ) ağzının suyu
Memlekette hedef gösterme, tehdit, iftira bir numaralı iletişim biçimi oldu çıktı. Birisi canınızı mı sıktı, hemen ona milleti galeyana getirecek birtakım özellikler atfediyorsunuz. “Bu adam bucudur, çullanın üzerine” diyorsunuz, gerisi zaten çorap söküğü. Kimse “Bu söylenenin aslı astarı, akla mantığa gelir yanı var mı?” diye sorgulamakla vakit kaybetmediği için, beklenen ‘sosyal linç’ anında geliyor.
En çok da “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı alet ediliyor tabii bu kişisel hesaplaşmaya. Bir haftadır Sinan Akçıl’ın müzik eleştirmeni ve yazar Naim Dilmener’e karşı yürüttüğü kampanyada olduğu gibi.
Dilmener’i uzun uzadıya anlatacak değilim, değerli bir koleksiyoncu, en kıdemli müzik yazarlarımızdan biridir, yıllardır bu alanda kalem oynatır, çok lezzetli üslubuyla. Geçen hafta Hürriyet’teki köşesinde Sinan Akçıl’ın sesini beğenmeme hakkını kullanmaya ‘cüret etmiş’. Demiş ki “Sinan Akçıl’da ses yok. Ya da var da, şarkı söylemeye yetmeyecek kadar zayıf.”
Der der, bir eleştirmenin şahsi kanaati, mecbur mu beğenmeye?
Ardından gelen Sinan Akçıl paylaşımından anlaşıldığı kadarıyla, mecbur. “Bu adamcağıza bir kez daha iyice bakın arkadaşlar, karşımda müzik konuşmaya ‘haddi’ olmayan,
Kült TV dizisinin temalarından yola çıkan ‘absürt bilim kaygı komedi’ oyunu ‘Alacakaranlık Kuşağı’, seyirciyi tekinsiz bir coğrafyada çok eğlenceli bir yolculuğa çıkarıyor.
“İnsanoğlunun bildiği bu boyutun ötesinde başka bir boyut daha vardır. Uzay kadar sonsuz ve sonsuzluk kadar zamansız bir boyut...”
Eğer bu girişi duyar duymaz aklınız “Işık ve gölgenin, mantıkla deliliğin, bilim ve kaygının kesişme noktası”na gidiyor, kulaklarınızda Rod Serling’e ait tema müziği çalmaya başlıyorsa, siz de korka korka, kendinize bunun bir dizi olduğunu hatırlata hatırlata “Alacakaranlık Kuşağı” (Twilight Zone)na müptela olanlardansınız, hoş geldiniz. Taşra Kabare’de tam bizler için bir oyun var: ‘Absürt bilim kaygı komedi’ “Alacakaranlık Kuşağı”.
Yönetmen Oğuz Utku Güneş’in 1959 yapımı kült TV dizisinin sinema tarihinde bilim kurgu - gizem türündeki birçok filme ilham kaynağı olmuş temalarından yola çıkarak Ayşegül Tekin, Çağdaş Tekin ile birlikte yazdığı oyun, beş oyuncunun on yedi ayrı karakteri canlandırdığı bağımsız -ya da pamuk ipliğiyle birbirine bağlı- dört bölümden oluşuyor.
Masum bir eğlenceydi
Salonda yerlerimizi aldıktan sonra tüyler ürperten, gizemli bir sesten açılış anonsunu dinliyor;
Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Sistemi logolu bir sınav sorusu çıktı geçen hafta medyada. “Aşağıdakilerden hangisi, kadının evdeki sorumluluklarını aksatmayacak işler arasında yer almaz?” diye bir soru ve “hemşirelik, hastabakıcılık, ev temizliği, öğretmenlik” şıklarından sıyrılan doğru cevap “mühendislik”. Çünkü niye? “Kadın toplumda çoğunlukla ev ile ilişkilendirilir; ev işleri kadın tarafından üstlenilir. Mühendislik, kadının bu işlerinin aksatmasına yol açacak bir meslek dalıdır. Toplumda bakım ve çocuk yetiştirme gibi kadınlarla ilişkilendirilen yükümlülükleri özünde taşıyan diğer meslekler, kadına yakıştırılan basmakalıp meslekler arasında yer alır”.
Kadınlar tepki gösterdi ve şaşılacak şekilde bu ciddiye alınarak Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü’nden bir açıklama yapılmasını sağladı. Hem de son derece yapıcı bir açıklama.
Anlıyoruz ki “Etkili İletişim ve Toplumsal Cinsiyet” ünitesindeki “Her kültürde kadın ve erkek olmaya dair beklentiler”den söz eden metne dair bir soru bu ve o metinde “Ataerkil toplumlarda başat olan geleneksel ideolojinin cinsiyetçi iş bölümü, kadını ev işlerinden ve çocuk bakımından sorumlu tutar. Eve bağımlı hale getirilen kadın, toplumsal üretime
Bir festivali daha, çoğumuzun gönlünde hepsinden ayrı bir yeri olan ve 37 yıldır kesintisiz düzenlenen İstanbul Film Festivali’ni uğurladık. Bizim lise yıllarımızda o filmleri görmenin başka bir yolu olmadığı için sadece ve sadece programda o sene hangi ustanın, hangi genç ve parlak yönetmenin olduğuydu mevzu, daha önce de yazmıştım. Milattan önceden sesleniyor gibi oluyorum ama biletlerin satışa çıkacağı akşam AKM’nin önünde uzun bir kuyruk oluşturarak, sabahlardık. Elimizde hangi filmlere bilet isteyeceğimizi işaretlediğimiz formlar, termoslarda çaylarla... Sabah 08.00’de gişe açıldığında, o sırayla teslim ederdik talep formlarımızı ve yine de kesin değildi her istediğimiz filme bilet bulabileceğimiz...
Artık ödüller damga vuruyor
Çok talep gördüğü için biletleri hemen tükenen filmlerin gösterim günlerinde Emek ve Sinepop’un sokağının başında elinde kartonlu insanlar olurdu, “Falanca filme bilet var mı?” diyerek bekleşen... Aynı sokağın girişinde, şimdi bütün diğer saydığım mekanlar gibi yerinde yeller esen handa oturur, portakal suyu ve dönerli sandviç eşliğinde film konuşur, yan masalarda söylenilenlere kulak misafiri olurduk. Aslına bakarsanız, kim hangi filme giriyor, ona
Kadın cinayetlerini durdurmanın birinci yolunun mahkemelerin katillere cezaları ‘indirimsiz olarak’ uygulamaları olduğunu bin kere tekrar etsek, bin birincisini söyletecek yeni bir karar çıkıveriyor. Bugün de karısını av tüfeğiyle başından vurarak öldüren Ali Rıza Özpolat’a uygulanan ‘haksız tahrik’ indirimiyle karşı karşıyayız.
Hikâyeyi hatırlayalım; Ali Rıza Özpolat 13 Mayıs 2016’da İstanbul Kağıthane’deki evlerinde 36 yıllık karısı Halide Özpolat’ı başından vurmuş, ardından da tüfeğiyle birlikte teslim olmuştu. “Acaba katil o muydu değil miydi?” gibi bir şüphe bile yoktu yani ortada. Kendisi suçunu itiraf etmiş durumdaydı ve İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nde kasten adam öldürmekten ağırlaştırılmış müebbet cezasıyla yargılanmaktaydı. Çiftin kızları Zekiye Kaya da babasından şikâyetçi olarak davada hazır bulunuyor, “Başka anneler ölmesin” diye bir an önce adaletin yerini bulmasını bekliyordu.
Davayı medyadan Özpolat’ın avukatı Mustafa Özdemir’in kararı geciktiren hareketleri üzerinden izliyorduk. Bir bakıyordunuz “kamuoyu baskısı altında adil yargılama yapamadığı” iddiasıyla hâkimi reddetmiş, bir bakıyordunuz ara karar yazılırken duruşma salonunu terk etmiş. Özpolat’ın akli