İşin ucunun “Normal zamanda et yiyor musun, o zaman ikiyüzlüsün”, “Dini vecibeleri mi sorguluyorsun, sen Müslüman değil misin?”, “İnsanların inancına saygın yok mu?” gibi noktalara varmamasını umarak, Kurban Bayramları’nda kaçan danaların tarafını tuttuğumu itiraf etmek istiyorum. Bana son derece hazin geliyor, elimden geldiğince görmemeye çalıştığım ama sosyal medya sayesinde kaçamadığım o manzaralar.
İnsanların kanlı dana görüntülerinin önünde ‘selfie’ çektiğini görmek ise çok daha farklı boyutta umut kırıcı. Belli ki başka bir canlının yaşama hakkını geçtim, hiç değilse acı çekmeden ölme hakkı bile yok epeyce kişinin gözünde. O acı onlara acı gibi gelmiyor, güle oynaya beraber fotoğraf çektirip neşeli anılarının arasına kaldırabiliyorlar ki bence bu endişe verici bir ruh hali.
Şimdi mesele ne ibadeti sorgulamak ne de et yiyen insanların bu tercihine karışmak. Benim derdim, “Hayvan o, nasıl olsa anlamıyor,” diye içini rahatlatanlara karşımızdakinin duyguları ve korkuları olan bir canlı olduğunu hatırlatmak. Ki sayfalarca sözün yapamayacağını hayvan pazarından kaçıp denize atlayarak canını kurtarmaya karar veren bir dana yaptı bu bayram. Basbayağı Rize’de hayvan pazarından kaçtı
Daha önce yaklaşmakta olan tiyatro sezonundan notlar yazmıştım. Eylül kapıya dayandıkça, yeni sürpriz haberler gelmeye başladı. Bazıları henüz kulaktan kulağa dolaşmakta. Fakat bunlar sağlam kulaklar olduğu için ben de bir kısmını paylaşmak istedim.
Açıklandığı anda merak yaratanlardan biri; Lars Von Trier’in seyirciye sağlam bir yumruk atan filmi ‘Dogville’, Versus Tiyatro tarafından sahneye uyarlanmış, Uniqistanbul iş birliğiyle Türkiye prömiyerini yapmaya hazırlanıyor. Çeviren Nazlı Gözde Yolcu, yöneten Kayhan Berkin, oynayanlar Cenk Doğar, Ece Çeşmioğlu, Esra Yaşar, Gökhan Gürün, Güzide Arslan, Mehmet Yılmaz, Müfit Aytekin, Nihan Aypolat, Olcay Yusufoğlu ve Rüzgar Aksoy.
Bu yıl toplulukların eski oyunlarını yeniden seyirciyle buluşturma yılı. Mam’art ilk oyunları ‘Özel Kadınlar Listesi’ni (Neil LaBute) yine Tuğrul Tülek’in rejisiyle sahneliyor. Deniz Karaoğlu, Feri Baycu Güler, Beste Bereket ve Hülya Gülşen’in oynadığı oyunda Başak Daşman’ın yerini Gizem Erdem almış bu kez. Sami Berat Marçalı ise İkinci Kat’ta sahnelendiğinde çok ilgi gören oyunu ‘Yalnızlar Kulübü’nü B Planı ile hayata geçiriyor. Oyunda Kaya Akkaya, Devin Özgür Çınar, Olgu Baran Kubilay, Umut Kurt, Ceren
Nasıl geçiyor gündelik hayatınız? Yediğiniz önünüzde yemediğiniz ardınızda, dert üstü murat üstü müsünüz? Havaların bunaltıcı gitmesi, bulutların toplaşıp toplaşıp yağamaması, yağacak olursa üç dakika içinde bütün şehri su basması canınızı sıkmıyordur umarım. Bu hal ve gidişe bakıp geleceğiniz için, hatta sadece gelecek yaz için endişelenmiyorsunuz ya? Sıcaklarda çok görüyoruz “cinnet vakaları”, siz kendinize göz kulak olun.
Evde işler nasıl? Hanım, çocuklar, hepsi afiyette mi? Çocuklar okula hazır mı? Okul taksitlerini ödeyebiliyor, çocukların ihtiyaçlarını alabiliyor musunuz? Hayır, canınızı sıkan bir şey olmasın da.
Dolar peki, dolar? Maaşınız geçen aydan bu yana azalmış, kiranız artmış olabilir ama bu keyfinizi kaçırmıyor değil mi? Borcunuz, alacağınız yoktur, kredi taksidiniz, kartınızın minimum ödeme tutarı yatırılmıştır, bankalar cenahından arayıp soranınız yoktur umarım.
Tuttuğunuz takım kazanıyor mu peki? Sporda kazanmak da var kaybetmek de demediğinizi tahmin ediyorum, mühim bir can sıkıntısı konusu bu. Olmaz ya, olur da yenilirseniz metin
olmaya çalışın.
Ya trafik? Evden işe, işten eve giderken saatlerce yollarda tıkanıp kalmaktan içiniz daralıyor mu? “Şu önümdeki dizi
Yaşım kaçtı bilmiyorum, özellikle de bu yazıda hiç önemi yok, Gülriz Sururi’nin ‘Biz Kadınlar’ kitabı başucumdan eksik olmazdı. Anı kitapları da çok keyiflidir, ama o kitapta kendine has zarafetinin ipuçları vardır ve becer becerme, insana ilham verir.
Gülriz Hanım’la konuşurken asla kaç yaşında olduğunu düşünmezsiniz, her zaman hoş, şık, zarif, bakımlı ve de dünyada olan bitenle ilgili, oyunları, filmleri, konserleri takip eden, keyiflerinden ödün vermeyen, örnek alınası bir kadındır.
Ve evet, her yaz milletin estetik olup olmadığına bakmadan burnumuza ayaklarını dayadığı instagrama bir bikinili fotoğraf koyar, hepimize de canının istediği gibi yaşamak nedir, bir kez daha hatırlatır. Aynadan çekilmiş gayet de hoş fotoğraflardır bunlar, bu hafta sonu koyduğunun altına yazdığı gibi kendisi “estetik bağımlısı” olduğu için. Kaldı ki hoş olur olmaz, tamamen kendi bileceği iş.
O fotoğrafın altına bir takım sevgisiz ve sevimsiz insanlar abuk subuk şeyler yazmışlar. Özetle hoş bulmuyorlar ‘bu yaşta’ bir kadının bikinili fotoğraf paylaşmasını. Muhtemelen bikini giymesini de, denize girmesini de tercih etmiyorlardır. Öyle ya, kadın dediğin en fazla 30’una kadar ‘taş gibi’ ortada salınan,
Kanal D’nin yeni ‘romantik komedi’ dizisi ‘Koca Koca Yalanlar’ı sevdiğim oyuncular uğruna izlemeye oturdum. Senaryosunda Gül Abus Semerci imzası bulunan dizide, dost olarak görüşen iki çift, birer de bekar arkadaşları var. Ahmet (Hakan Yılmaz) ile Müjgan (Evrim Alasya) görece mutlu görünen bir karı koca... Üç çocukları var, Müjgan dünya iyi niyetlisi, saf bir kadın, kocasının gözünün içine bakıyor ve aradan geçen yıllara rağmen, aralarında muhabbet eksik görünmüyor. Ahmet de esasen makul ve sadık bir koca, en azından bizim onu tanıdığımız, onun da işi gereği gittiği mağazadaki tezgahtar Sude’yi gördüğü ana kadar...
İkinci çiftimiz Nilgün (Selen Uçer) ve Şahin’deyse, (Ferdi Sancar) işler uzun zamandır karışık ama kendisini kül yutmaz zanneden Nilgün durumdan bihaber. Emlakçılık yapan Şahin’in gözü ne uçanı ne kaçanı atlıyor, yalan konusundaysa, iyiden iyiye uzman olmuş. Ahmet’i de yavaş yavaş kendi saflarına çekiyor, beraber bir ‘şer ittifakı’ kurup, ha bire çuvallıyorlar. Kadınların üçüncü arkadaşı Canan (Pelin Öztekin) dizinin bekar ve kendi ayakları üzerinde duran kadını. Kocasını kaybetmiş, yalnız başına büyüttüğü bir kızı ve bir güzellik salonu var. Bekar ve tek dürüst erkek
Bu ikisinin üst üste gelmesi öyle garip bir tesadüf ki. Hani desen ki “İş hayatındaki, özellikle de dizi sektöründeki cinsiyet ayrımcılığını bir örnekle açıkla”, ancak bu kadar denk gelir.
Bir dizide bir erkek başrol oyuncusu 19 yaşında bir kostüm asistanını taciz ettiği iddiasıyla gündeme gelmişti yaz başında. Benzerlerinin sürekli tekrarlandığını ama her seferinde sümen altı edildiğini gayet iyi bildiğimiz olaylardan biriydi. Bu sefer ezber bozulmuştu çünkü kadın tarafı kendisine düşen dilsiz rolünü oynamayı reddetmiş, ortaya çıkıp şikâyetçi olmuştu. Bu “ortaya çıkma”nın kendi anlayışlarında ne anlama geldiğini görmek için, bakınız söz konusu aktörün cümleleri: “On yıl sonra adı google’a yazıldığında bu haber çıkacak, kim evlenir bu kızla artık?”
Açıkça görüldüğü üzere, her kesimde kadına düşen böyle bir şey yaşadığında susup oturmaktı, isteği dışında öpülmüşse ne olmuştu yani? Bunu dillendirmesi halinde utanç kendi hanesine yazılırdı ve Allah korusun, ‘onu alacak’ koca bulamazdı.
İlginç bir şekilde genç kadının bu yazılı olmayan kuralları tanımayıp şikâyetçi olması arkasında yoğun bir destek buldu, dizinin çalışanları ortak bildiri yayınladılar, sektör emekçilerinden “Yetti
Jay Austin ve Lauren Geoghegan iki Amerikalı genç sevgili. Yaşları 27 iken bisikletlerini uçağa atıp İzlanda’ya uçuyorlar ve orada yirmi altı gece kamp yapıyorlar. Dönüşte kararlarını veriyorlar; işlerinden ayrılacak ve bisikletle dünyayı dolaşacaklar.
New York Times’da Rukmini Callimachi imzalı yazıdan okuyorum hikâyelerini, sonra yaşadıklarını, gördüklerini yazdıkları bloglarında, objektiflerinden yansıtan karelerde kayboluyorum.
Öyle güzel anlatıyorlar ki, tanımak istiyor insan onları, belli ki bu dünyaya fazla gelenlerden ikisi de.
Bir kere sadeler, gösterişsiz, iddiasız. Kafalarında aşılması gereken dağlar, denizler, ulaşılacak zorlu hedefler, hatta bir yol haritası ve takvim yok. Arkalarında herhangi bir sponsor da. Bütün istedikleri, canları nereyi çekerse oraya doğru pedal çevirmek, toplantılardan, ‘deadline’lardan uzak, birbirleriyle daha çok zaman geçirmek ve gittikleri yerlerde insanlar tanımak. Biriktirmek istedikleri tek şey o insanların sevgisi ve hikâyeleri.
2017 haziranında Güney Afrika’dan çıkıyorlar yola, beş ay sonra Darüsselam’dan Fas’a uçuyorlar, sonra yavaş yavaş Avrupa’ya yöneliyorlar. 2018 Mayıs’ında İstanbul’dalar. Camileri gezip fotoğraflıyorlar tek tek,
İnsana mutluluğun sırlarını vermeyi vadeden kitaplara genelde mesafeli dururum. Fakat an itibariyle elimdeki kitap, ne vadettiğinden bağımsız olarak, daha sayfalarını çevirirken, beni gülümsetiyor. Kapağından içindeki resimlere kadar özenle hazırlanmış. Anlattıkları da insana mutluluk veren şeyler ve öyle çok büyük çabalar, hele hele ‘evren’le sözleşmeler gerektirmediği için, beni ilgilendiriyor.
Adı, ‘Hygge: Danimarkalıların Mutluluk Sırları’, Pegasus Yayınları’ndan çıkmış, uluslararası bir bestseller. Birçok kişi “Günaydın” diyecektir biliyorum. Instagram’da popüler bir etiket, ‘hygge’, nasıl okunduğuna değilse de, ne kastettiğine aşinayız. Benim gibi konuya geç vakıf olanlar için bu kitap ve bu yazı.
Hani tahmin etmek çok da mümkün değil ya, bu derece az güneş ışığı, gri bir hava ve uzun soğuk gecelere rağmen nasıl oluyor da Danimarka dünyanın en mutlu ülkeleri arasından yer alıyor, işte Mutluluk Araştırmaları Enstitüsü’nde çalışan Meik Wiking olayın merkezinden bildiriyor: İşin sırrı ‘hygge’...
Norveççe, ‘esenlik’ kelimesinden türetilen, anlatılmaz yaşanır türden bir kavram ve Danimarka’nın dünyaya bir numaralı ihraç ürünü. İçinde kucaklama hissinden kuytulara çekilmeye, uzun