Leros’a gelmeye karar vermeden önce okuduğum bütün gezi yazıları, buranın Türk turistlerin pek tercih etmediği bir ada olduğunu söylüyordu. Turgutreis’ten bir saatten biraz fazla süren feribot yolculuğuyla hop diye gelinen bir ada için şaşırtıcı bulmuştum bunu, nitekim o yazılardan bu yana köprünün altından çok sular akmış görünüyor. Misal, bence kalınacak yerlerden en sakini ve en hoşu, 2-3 tane tavernası ve mis gibi deniziyle rüya koy Alinda’nın, cırcır böceklerinin bile sustuğu akşam saatini denizin ortasında bir tekneden gelen hangi ses bölüyor dersiniz? Allah için hiç de sessiz olmayan ‘Sessiz Gemi’, Hümeyra da değil, Ayla versiyonu üstelik.
“Neyse, ‘Ankara’nın Bağları’ da olabilirdi bu saatte” diyorsunuz, ertesi gün Pandeli’de normalde hiç müzik çalmayan plajda duyulan tek ses “Kovaladıkça kaçan, ateş böceği misin?” Özetle, keşif tamamlanmış, şemsiyelere Türkçe notlar asılmış, rahat edebiliriz. Ve fakat, hâlâ tam bozulmayan sükuneti, doğası, denizi ve insanlarının dikkat çeken cana yakınlığıyla geleni tam ‘oralı’ değilse de, muteber misafir gibi hissettiren bir ada, Leros... Hani hâlâ “Yunanlılar bizi seviyor mu?” gibi tereddütleriniz varsa, kendinizi Türkiye’deki pek çok
Gerçekten enteresan bir durum hasıl oldu memlekette: İlgili ilgisiz her konuyu içinde belli başlı sözcüklerin geçtiği bir konuşmayla bertaraf edebiliyoruz. “Şehitler” diyoruz, “darbe” diyoruz, “tank” diyoruz, özetle “15 Temmuz”dan dem vuruyoruz, kimse “Ne ilgisi var?” demiyor, diyemiyor. Kaldı ki demeye kalkışan düşünsün, “vatan haini” midir, “halk düşmanı” mıdır, zararlı bir unsur olduğu kesin de üzerine neler ekleyebiliriz, hayal gücümüze kalmış...
Çiftlik Bank açılış konuşmalarında bunun afili örneklerini görmüştük hatırlarsanız. “Beyaz sakallarına hürmeten” sözlerine kulak vermemizi isteyen beyefendinin saydığı ‘kırmızı çizgilerin’ konuyla alakasını sormak kimsenin aklına gelmemişti.
Son örneğimiz ise Nihat Doğan. Önceki gün Kanal D Haber’de Doğan’ın 11 ve 17 yaşındaki iki kız çocuğunu alıkoymaktan gözaltına alındığı, ifadesinin ardından serbest bırakıldığı yer aldı. Doğal olarak bu sosyal medyada da ses getirdi. Ve ne oldu? Daha önce Özgecan Aslan öldürüldüğünde yazdığı “Sen de mini eteği giyip soyunup laik sistemin ahlaksızlaştırdığı sapıklar tarafından tacize uğrayınca da bas bas bağırmayacaksın” tweet’ine tepki gösterenlere, “Şehitlerin, vatanın bekasının mini etek kadar
Trene, otobüse, uçağa bineceğiniz zaman yanınızda oturacak yolcunun cinsiyeti sizin için bir kriter midir? Bu böyle garip, kişiden kişiye cevabı değişebilecek bir soru. “İstemem karşı cinsle yan yana oturmak” diyen de olabilir ama en nihayetinde bir toplu taşıma aracı bu kişisel tercihlere göre şekillenemeyeceğine göre ve herkesin eşit yolculuk hakkı olduğuna göre, binmek istediğiniz araçta yanınıza herkes düşebilir. Kalan son koltuk için “O koltuk erkek yanı, sana veremeyiz” denmesinin pek anlaşılır tarafı yok.
Gazeteci Tülay Şubatlı’nın attığı bir tweet ateşledi bu tartışmayı. Hızlı trene binmek istemiş, trendeki tek koltuk erkek yanı olduğu için o bileti satın alamamış ve haklı olarak çileden çıkarak “Eşitliğe, insan haklarına, seyahat özgürlüğüne aykırı, bu ne saçmalık!” diye yazmış.
Altında da tahmin edileceği gibi heyecanlı bir tartışma başlamış ki asıl endişe verici olan o bölüm. Çünkü tam da “pembe otobüs - vagon vs.” fikrine karşı çıkarken söylediğimiz argümanlar sıralanmakta. “Sizin anlayışınız müsait olabilir belki ama hiçbir erkek karısını, bacısını, anasını yabancı bir erkeğin yanına oturtmaz” gibi mesela. Tek bir cümle içinde “Senin meşrebin geniş belli ki” diyor,
Ekonominin sarpa sardığı dönemlerde ilk vazgeçilen, kültür sanat oluyor. ‘Lüks’ten sayılarak, böyle bildiğimiz ve kabul ettiğimiz bir şey bu. Öte yandan, yine sıkıntılı zamanlarda insana iyi bir konser dinlemek, güzel bir film ya da oyun izlemek gibi daha iyi gelen bir şey olmadığı da gerçek ama...
Bu yüzden, bütün olumsuzluklara, zorluklara ve iptal olan sponsorluklara rağmen, ‘Bodrum Caz Festivali’nin, üstelik bir ‘ana sponsoru’ olmadan, ikinci senesini kutlayabilmesinin, şahane olduğunu düşünüyorum. Hem de kelimenin tam anlamıyla, yarımadaya yayılan bir festival bu!
Festival küratörü ve Caz Derneği Başkanı Özlem Oktar Varoğlu, bu yılın temasını ‘pop ve caz’ olarak belirlemiş, üstelik kendisinin de dediği gibi bu seçimin cazcıları kızdıracağını bile bile.
“Pop ve caz türlerinin birbirlerini nasıl geliştirebileceğini keşfedeceğimiz bir festival hayal ediyorum” diye açıklıyor hedefini ve sonuna yaklaşmakta olan Bodrum Caz Festivali, bu hayali hakkıyla yerine getirdi, getirmeye de devam ediyor. Bir bakıyorsunuz, Bodrum Antik Tiyatro’da ‘İhtimalle’ projesiyle halihazırda caza yelken açmış olan Kenan Doğulu konser veriyor, bir bakıyorsunuz festivalin sponsorlarından Off Gümüşlük’te
Vatan millet sevgisinin tuhaf tezahürleri var bizde. “Çok seviyordum hâkim bey” diyerek ‘sevgisinden’ öldüren erkekler gibi davranıyoruz memlekete de. O çok sevdiğimiz vatanın havasını, suyunu, toprağını kirletmek, doğasını mahvetmek, kültürünü yok etmek ona olan sevgimize halel getirmiyor. “Biz onu her haliyle seviyoruz”. Pardon da, cennet gibiydi, sen getirdin bu hale, her haliyle sevmek bu demek değil ki. “Olsun, vatan benim değil mi, döverim de severim de”.
Bir tane ‘kırmızı çizgimiz’ var ama ‘el âleme’ rezil olmayacağız. Evet, tahmin ettiğiniz gibi, burada da kol kırılacak, yen içinde kalacak. Ortalığı çöp götürecek, zinhar ‘yabancılar’ duymayacak, bilmeyecek, dil uzatmayacaklar. Kadınlar tacize uğrayacak, öldürülecekler, bu bilgi Kapıkule’den dışarı çıkmayacak.
Ama işte sosyal medya öyle bir aldı yürüdü ki kendi çöpümüzde kavrulamıyoruz artık. Sürekli gözümüze giren, Türkiye’nin muhtelif beldelerinde meydanlardan, plajlardan, ormanlardan çöp toplayan turist haberlerinden kaçacak yerimiz kalmadı.
Bir ihtimal “Onların hobisi bu, zaten bu yüzden bize geliyorlar” deyip rahatlayabiliriz. Tıpkı Türkiye’ye gelen kadınların yağız Türk delikanlılarına bayıldıkları için burada
Evlilik, ‘aile kurmak’, bunlar insana ilk önce neyi hatırlatıyor? Aşk, sevgi gibi cevaplar umarak sordum soruyu. Çünkü herhalde hayatını biriyle birlikte geçirme isteğinin önde gelen tetikleyicisi bunlar olmalı. Birbirini beğeneceksin, seveceksin, ondan sonra da karşılıklı saygı duymak, anlaşmak, birlikte iyi vakit geçirmek, hayata dair ortak hayaller kurmak, beraber çocuk yetiştirecek kadar kendine ve karşındakine güvenmek, sorumluluk hissetmek gibi faktörler gelecek.
Görüldüğü üzere hepsi ‘yetişkinlere’ ait özellikler. Bir çocuktan sorumluluk namına bekleyeceğiniz olsa olsa ödevlerini yapmak ve odasını toplamak olabilir. Hayatı oyundan, eğlenceden ibarettir. Gelecek hayalleri desen astronot olup uzaya gitmekten ünlü bir yazar olup Nobel almaya kadar hayal gücünün uçabildiği ölçüde geniştir. Kime karşı ne hissettiğinden kendisi bile emin olamaz, bir gün falancayı, öteki gün filancayı sever, hem insanları hem kendini böyle böyle tanır.
Çocukluk olabildiğince hafif olduğun bir dönemdir, özetle. Öyle olmalıdır. Siz ‘büluğ’ çağına geldi diye o çocuğun kanatlarını kırıp evlilik gibi tamamen yetişkinlerin dünyasına ait bir kuruma sokamazsınız. Sokarsanız o sürekli korumaktan söz
Tabii her şeyden önce şunu söylemek istiyorum: O ne kötü bir İngilizce! Hande Yener’in akılda kalan, dile dolanan şarkı bulmak konusunda başarılı olduğunu düşünüyorum, yalan değil. Yeni çıkan parçası da öyle. Özgün değil ama dile dolanıyor.
Ve fakat bir proje olarak-ihtimal yurt dışına ‘açılma’ hayaliyle-İngilizce şarkı söylemeye kalkışıyorsan, herhalde bir sene kadar da telaffuzun için çalışman lazım ki, sen ‘Love Always Wins’ dediğinde biz gülmeyelim. Komik değil, insanı umutlandırması gereken bir slogan çünkü. Aşkın her zaman kazanacağını iddia ediyor, az şey mi?
Ve gerçek anlamda da bir ‘slogan’dan türüyor üstelik; LGBT sloganı olarak bilinen, benimsenen ‘love wins’ (aşk kazanır)’dan... ABD’de eşcinsel evliliklerin yasallaşmasına dair tweet’lerde kullanılan ‘etiket’, artık tüm dünyada bu evliliklerin bir simgesi.
Tepki topladı
Normal şartlarda yıllar yılı ‘gay ikonu’ olarak hayatını sürdüren, 10 sene önce Kaos GL tarafından ‘resmen’ bu sıfata layık görülen ve www.gaymag.org’a “Gay’lerle aramızdaki enerji başka. Aynı dilden konuştuğumuz çok şey olduğunu düşünüyorum. Aramızda güzel bir bağ var” şeklinde röportaj veren Yener’in bu seçimi şaşırtıcı olmamalıydı.
Ama işin şaşırtıcı olan
Bir radyo programı, bir adam, yüzünde son derece net bir ifade ve kararlı bir ses tonuyla kendi deyişiyle “hayatının en zor kararını” açıklıyor. Canlı yayındayız, karşısında kameralar da var ve bu adam Fransa’nın Çevre Bakanı Nicolas Hulot.
Sahip olduğu önemli pozisyonu terk etmeye, hükümetten ayrılmaya karar verdiğini söylüyor.
Bir gazetecinin şaşkınlığını gizleyemeyen sorusunu duyuyoruz o anda: “Ciddi misiniz?” Öyle ya, alışık olduğumuz düzene göre, koltuklar pek kendi isteğinle bırakılmak için değildir.
“Ciddiyim” diyor ve gazeteci geçmişinin de verdiği alışkanlıkla aslında ne zamandır kendisine sorulmasını beklediği soruları sıralamaya başlıyor: “Sera gazı emisyonlarını azaltmaya başladık mı? Cevap hayır. Zirai ilaçların kullanımını azaltmaya başladık mı? Cevap hayır. Doğal çeşitliliğin yok olmasını durdurmayı başarabildik mi? Cevap hayır. Toprak alanların betonlaşmasının önüne geçebildik mi? Cevap hayır”.
Bütün bunların sonucunda istifasının asıl sebebi geliyor: “Daha fazla kendime yalan söylemek istemiyorum”.
“Kabinedeki varlığımın bu konularda yol alınıyormuş gibi bir illüzyon yaratmasını istemiyorum” da diyor ama beni asıl çarpan kendine yalan söyleme kısmı oldu. Basit bir