Özellikle bizim televizyon dizileri arasında, biraz alışılmışın dışında bir absürd komedisi olunca, nasıl algılanılsın bilinemeyen, ‘Aldatmayı yüceltiyor mu n’apıyor?’ diye sorgulanan ‘Koca Koca Yalanlar’, her bölümde biraz daha oturarak ekranın en özgün projelerinden biri haline geldi. Ben, öncelikle üç benzemez kadının arkadaşlığına bayıldığım için izliyorum. Bir kere üçü de farklı şekillerde güçlü kadınlar.
Selen Uçer’in oynadığı Nilgün, evde müthiş dominant bir tip, kocasını bir bakışıyla ve elindeki bahçe makasıyla hizaya getiriyor. Herhalde yakında Şahin’inin (Ferdi Sancar) pek sadık olmadığını da fark edecek. Pelin Öztekin’in hayat verdiği Canan, zaten yalnız başına çocuk büyüten, bir de kuaför dükkanı işleten, bastığı yerden ses getiren, oturaklı bir kadın. Bir Müjgan (Evrim Alasya) vardı saf saf Ahmet’inin (Hakan Yılmaz) yalanlarını dinleyen, o da bir uyandı, pir uyandı. Şu an evliyken, özgüvenini kıran ne varsa üzerine giden, ilk defa hayatta sadece kendine güvenen bir kadına dönüşmesini izliyoruz keyifle.
Özetle, ilk günlerde yazıldığı gibi, aldatan erkekleri korumak şöyle dursun, bir hayli ‘feminist’ mesajları olan bir dizi, ‘Koca Koca Yalanlar’. Kadınlar kız kıza çıkıp
Anne Frank ve Nilgün Bodur meselesi birçok yönüyle meşgul ediyor bizi günlerdir. Kendisi anlaşıldığı kadarıyla ayrılık sonrası travmayla ilgili kendisine iyi gelen aforizmalardan kitap yapmış, o kitap da haftalardır çok satanlar listesinin üst sıralarında arzı endam etmekte. Şaşıracak bir şey yok, “Bugüne kadar hep Dostoyevski çok satardı, ne oldu da Nilgün Bodur onu tahtından etti?” diye düşünecek halimiz de yok. O raflardaki kitapları şöyle bir karıştırırsanız sayfa başına düşen sözcük sayısıyla satış rakamının ters orantılı olduğunu görürsünüz.
Burada şaşırtıcı olması gereken, kitaptaki cümlenin aynısının Anne Frank imzasıyla internette dolaşıyor olduğu ortaya çıktığında yazar ve yayınevi tarafından takınılan tutum. Ama anlaşıldığı üzere, bu da artık alışmamız gereken bir durum: Hatalı olduğun bir konu mu var, hemen alakasız cümleler kur, o arada zaman kazan ve daha karşındakiler ne dediğini anlamaya çalışırken karşı saldırıya geç. Nilgün Bodur da ilk olarak “Sözün Anne Frank’ın olduğunu bilmiyordum, anonim zannederek koydum” diye açıkladı durumu. E adınız var altında? Ona cevaben de “Kitabımın her sayfasında adım var, bu oradaki her cümlenin bana ait olduğunu göstermez” dedi
"Bir festivalin en heyecanla beklenen anı bu iken, nasıl oldu da Antalya bundan vazgeçebildi?” 25. Adana Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın ödülleri bir bir sahiplerini bulurken aklımda bu evrilip çevriliyordu. Aynı saatlerde 55. Antalya Film Festivali açılışını yapıyor ama Türkiye sinemasının kalbi Adana’da atıyordu. Hüzün verici aslında, şunun şurasında kaç tane festivalimiz var bu kadar köklü?
Adana ise eksiğiyle gediğiyle de olsa bir festivali daha alnının akıyla ve parlak bir ulusal seçkiyle - ayrıca çok da şaşırtmayan ödüllerle - tamamladı. Ben gene her festivalde olduğu gibi “Bu sinemanın kadınları nerede?” diye diye izledim töreni. Neyse ki artık bu sahnede de dillendirilen bir şey oldu ülkemizde. Bilmiyorum işe yarayacak mı ama en azından bir sorun var ve bunu kimsenin yadsıyacak hala kalmadı.
Bir festival düşünün, on beş film yarışıyor olsun, en iyi kadın oyuncu ödülü için aklınıza beş tane aday ancak gelsin. Kadın oyuncular kötü olduğu için değil, filmlerde olmadıkları için. Damla Sönmez’in sonuna kadar hak ettiğinde herkesin hemfikir olduğu ödülü aldığı “Sibel”, Ezgi Mola’nın döktürdüğü “Aydede”, ve tabii ki tamamı kadınlardan oluşan oyuncu
Benim eksikliğim; Anadolu’da zengin bir mutfak deyince aklıma Antakya gelebilir, Adana gelebilir, Mardin gelebilir ama Elazığ gelmez. Gelmezdi daha doğrusu. Bağbozumu için bir grup kadın gazeteci olarak oralara gidene, o sofralara oturana kadar... Halbuki neden düşünmüyorsun, memleketin adı önce ‘Aziz’in yaptırdığı kent’ anlamında ‘Mamuret’ül Aziz’den, ‘El Aziz’ken, Atatürk, topraklarının bolluk ve bereketine vurgu yaparak, ‘El Azık’ ismini vermiş. Bu ‘azık’, bir şekilde değerlenecek elbette.
Nitekim ilk şaşkınlığı, bin 150 rakımdaki Alpagut Bağları’nda Burhan Özdemir’in kurduğu kahvaltı sofrasında yaşıyorum. Burhan Özdemir, namı diğer Burhan Hoca, zira kendisi aynı zamanda öğretmen, karısının da yardımıyla kuş sütünün de eksik olmadığı bir menü hazırlamış. Pelverde diye anılan pekmezli zerdali reçeli, patila isimli gözleme, biberli kaygana, en çok da Burhan Hoca’nın “Bunu özel olarak yaptım” derken, gözlerinin parlaması, o kahvaltıyı bir şölene çevirmişti. “Şavak tulumun özelliği ne Burhan Hoca?” diyorsun mesela, her ailenin kendi mayasını ürettiği ve onunla gurur duyduğu bir peynir dünyasının kapıları açılıyor önünde... “Bir inanış var” diyor, “Sütün yağını alır peynire hile
İlk defa bir yerdeki erkek çoğunluğu içime su serpti. Alışığız çünkü başta Meclis olmak üzere bütün yönetim kademelerinde, karar mercilerinde, toplantılarda, açılışlarda “erkek yoğun” manzaralar görmeye. İleride bir gün uzaylılar gelip Türkiye’yi bu tip yerlerde çekilmiş fotoğraflar üzerinden değerlendirecek olsa, “Bu ülkede tek cinsiyette insan yaşıyormuş demek” diyecek.
Bir tek bu manzaraların baş sebeplerinden olduğu cinsiyet ayrımcılığına gelince konu, kadınları görüyoruz ön safta. Hatta arka saflarda da. Ortada toplumun her kesimini ve her alanı ilgilendiren koskocaman bir sorun var ve iş onu çözmeye geldiğinde konunun mağdurları tek başına savaşmak zorunda kalıyor.
“Kadın cinayetlerine son vereceğiz” demek kadınlara düşüyor. “Kadına şiddet uygulayamazsınız” demek kadınlara düşüyor. “Çocuktan gelin olmaz, kızların yeri okuldur” demek kadınlara düşüyor. Siyasi partilere “Neden milletvekili adaylarınız arasında kadın yok?” diye, patronlara “Neden kadın erkekle eşit ücret almıyor?” diye sormak kadınlara düşüyor. Soruların, tepkilerin muhatabı nerede? Yok. Özetle, cinsiyet eşitsizliği sorunu sadece kadınların sorunu oluyor ve doğal olarak da onu yaratan “diğer yarı” işin işine
O acı haber ekranlarımıza düştüğünden beri bir ‘vicdan-ölçer’e dönüştü. Kocaeli’nin Körfez ilçesinde yaşayan 45 yaşındaki İsmail D., intihar etmişti. Hem yeğeninin hem eşinin anlattıkları, yakın zamanda geçirdiği trafik kazası nedeniyle çalışamadığı, lisede okuyan oğluna okul pantolonu alamadığı için bu noktaya geldiği şeklindeydi. Habertürk’ten Caner Aktan’ın haberine göre, eşine “Ben oğluma okul kıyafeti alamıyorsam niye yaşıyorum ki?” demişti. Oğlunun o gün uygun pantolonu olmadığı için ilk iki derse alınmadığı da anlatılanlar arasındaydı.
Peki bundan ne gibi sonuçlar çıkarılabilir? “Provokasyon” denebilir mi mesela? Neyi provoke etmekten söz ediyoruz? Ölümü tercih ediyor bu insan. Belli ki yaşadığı hayat ona daha iyi bir gelecek vadetmiyor. En azından ona öyle geliyor. İnsan olan herkes zaman zaman düşer böyle çıkmazlara.
Gelin görün ki, bu intihar bilumum yetkili merciyi çok “incitti” ve birdenbire savunmaya geçtiler. “Olay psikolojik” diye bir şey çıktı ortaya, intiharın sebebi psikolojik olmayabilirmiş gibi.
Valilik, “Yapılan araştırma ve inceleme sonucunda, bu haberlerin gerçeği yansıtmadığı, olay sebebinin psikolojik nedenlere dayandığı anlaşılmıştır.” diye açıklama yaptı;
Hayatımızın iplerini gönüllü olarak teslim ettiğimiz sosyal medya, muhtelif faydaları olmakla beraber, hoyratlığı ve acımasızlığıyla çok ürkütücü oluyor bazen. Aslında sosyal medyanın kabahati ne tabii, ürkütücü olan insanların orada ortaya koymaktan çekinmedikleri karanlık yüzleri.
Kendileriyle aynı şekilde düşünmeyenlere saldırırken kullandıkları korkunç kıyıcı dilden söz etmiyorum. O zaten var da, en azından bir de gerekçesi var onun; fikir ayrılığı gibi.
Son dönemde gözlemlediğim durum çok daha vahim: Karşısındaki hiç tanımadığı, bir acısı, bir derdi olduğu çok aşikâr olan insana durup dururken, sebepsizce saldırabiliyor insanlar. Hem de kafa göz yararak, elinden çıkanı gözü görmeyerek.
Bunu düşünmeme ilk neden olan tweet, belki acısı dünyanın dört bir yanından birçok insan gibi benim de yüreğimi dağladığı için, kısacık yaşamının neredeyse tamamında çocukluk döneminde rastlanan bir sinir sistemi kanseriyle mücadele eden ve beş yaşında ardında onun hayata bağlılığını ve boyunu aşan gücünü saygıyla izleyen bir kalabalık bırakarak ‘yeni yolculuğuna’ çıkan Luca Can Özkırımlı-Larsson ile ilgili bir tweet’ti. Luca’nın babası, akademisyen Umut Özkırımlı, tahmin edemeyeceğimiz acısını
Bir meseleyi anlamamanın ya da yanlış anlamanın ilk kuralı herhalde ona dair bütün unsurları tek bir pakete koyup üzerine etiket yapıştırmak olmalı: “Göçmen sorunu” mesela, hatta daha da kısır bir tartışmaya hapsetmek için daraltırsak, “Suriyeliler”.
Çoğumuz için neredeyse keyfi sebeplerle ülkelerini terk edip dünyanın dört bir yanına yayılan, en çok da havasından mı suyundan mı yoksa yüksek refah seviyesinden mi bilinmez, Türkiye’yi tercih eden bir insan türü. Sanırım onları daha önce Halep ya da Şam sokaklarında dilenirken hayal ediyoruz, aynı işi burada sürdürüyor olmaları daha karlı görünüyor gözümüze. “Bunlar aileleri, evleri, okulları, işleri olan insanlardı, tıpkı bizim gibi birer hayatları, belki hepimiz kadar şikayet ettikleri ama terk etmeyi düşünmedikleri bir ülkeleri vardı, bir gün evleri başlarına yıkıldı” tam canlanamıyor gözümüzün önünde. Yoksa bu kadar acımasız olamayız çünkü.
O her fırsatta ülkeden postalamaya niyet ettiğimiz “Suriyeli göçmenler” kutusunun içinde tek tek insanlar var. Andaç Haznedaroğlu’nun bu hafta gösterime giren filmi “Misafir”i en çok bunu gösterdiği için önemli buldum. Ülkenin bir yerleri yangın yerine dönmüşken bombaların kendi mahallerine