Bir meseleyi anlamamanın ya da yanlış anlamanın ilk kuralı herhalde ona dair bütün unsurları tek bir pakete koyup üzerine etiket yapıştırmak olmalı: “Göçmen sorunu” mesela, hatta daha da kısır bir tartışmaya hapsetmek için daraltırsak, “Suriyeliler”.
Çoğumuz için neredeyse keyfi sebeplerle ülkelerini terk edip dünyanın dört bir yanına yayılan, en çok da havasından mı suyundan mı yoksa yüksek refah seviyesinden mi bilinmez, Türkiye’yi tercih eden bir insan türü. Sanırım onları daha önce Halep ya da Şam sokaklarında dilenirken hayal ediyoruz, aynı işi burada sürdürüyor olmaları daha karlı görünüyor gözümüze. “Bunlar aileleri, evleri, okulları, işleri olan insanlardı, tıpkı bizim gibi birer hayatları, belki hepimiz kadar şikayet ettikleri ama terk etmeyi düşünmedikleri bir ülkeleri vardı, bir gün evleri başlarına yıkıldı” tam canlanamıyor gözümüzün önünde. Yoksa bu kadar acımasız olamayız çünkü.
O her fırsatta ülkeden postalamaya niyet ettiğimiz “Suriyeli göçmenler” kutusunun içinde tek tek insanlar var. Andaç Haznedaroğlu’nun bu hafta gösterime giren filmi “Misafir”i en çok bunu gösterdiği için önemli buldum. Ülkenin bir yerleri yangın yerine dönmüşken bombaların kendi mahallerine düşmeyeceğine inanarak gündelik hayatlarını sürdüren bir grup kız çocuğunun oyunuyla açılıyor hikaye. Ve anneleri ve teyzeleri, mahalledeki ablaları. Kuaför dükkanında kaş aldıran, saç boyatan kadınlar. Bir helikopter üzerlerine “Siviller evlerini bu gece boşaltsın” yazılı kağıtlar boca edene kadar.
Sonrası yıkılan evler, kapı önüne parçaları gömülen yakınlar, düşülen yollar... Biz daha çok sekiz yaşındaki Lena (Yeteneğiyle büyüleyen Rawan Skef filmden sonra oynadığı karakterin kaderini yaşamak zorunda kalmış, şu anda Selanik’te bir kampta) ve kardeşiyle ikisine göz kulak olan kuaför Meryem (Ürdünlü oyuncu Saba Mubarak)’in Suriye’den İstanbul’a uzanan hikayesini takip ediyoruz. Tabii çevrelerinde binbir türlü insanla birlikte. İyi insanlar, kötü insanlar, onlara sahip çıkan, yaptıkları üç kuruşluk iyiliği başlarına kakan ve düştükleri zor durumdan faydalanmaya çalışan insanlar. Üzgünüm ama bir şekilde hepimiz, her birimiz.
Ara sıra “Olası bütün kötülükler gelecek mi başlarına?” diye sorduğum oldu ama sonra hiçbirinin “yok artık” dedirtmediğini fark ettim. Biz alışmışız bu hoyratlığa, bu gözümüzün önündekini görmezden gelmeye, bu “misafir”lere istenmeyen yabancılar muamelesi yapmaya.
Andaç Haznedaroğlu’nu üç yılını sınır kamplarında göçmenlerle oturup kalkarak, sevinip üzülerek geçirmesinde neden olan bu filmi yapmaya iten bir bölüm var filmde. Hadi hepimiz kendimizi o sahnedeki kadının; Şebnem Dönmez’in oynadığı Zeynep’in, gerçek hayatta Andaç Haznedaroğlu’nun yerine koyalım. Dışarıda İstanbul’un korkunç yağmurlarından biri yağmakta. Siz sıcak otomobilinizdesiniz. Camınızın önünde sırılsıklam bir kız çocuğu beliriyor, kucağında kardeşi. “Kardeşim hasta” diyecek, “bize yardım edin.” Dilinizi bilmiyor. Para istemiyor, bir yetişkinin onlara el uzatmasını istiyor. Çocuk çünkü. Ateşi çıkan çocuklara anneleri bakar. Onların annesi yok, umursamaz “büyük”lerle çevrili yabancı bir dünyaları var.
Ne yapardınız o kadın siz olsanız, onu bir düşünün. “Misafir”i de o gözle bir izleyin.