“Stand-up meselesine doymuş olabilirim” diye düşünüyor olabilirsiniz. Açıkçası benim içimde vardı böyle bir kuşku. Ne olacaktı kuş mu konduracaktı? Sahnede siyahlı bir erkek daha izleyecektik. Yanlış anlaşılmasın, bu alandaki değerli sanatçılarımızı hep keyifle izledim yıllardır da, işte insan içindeki “Cem Yılmaz’ı Leman Kültür’de izlemişim ben, daha ne göreceğim?” diyen sesi susturamayabiliyor. Neyse ki fazla kulak vermemişim o sese... Trump Kültür ve Gösteri Merkezi’ne ‘Sermiyan Midnight’ı izlemeye gitmeme engel olamadı.
“Kelime oyunu yapmak için seçmedim bu ismi” diye çıkıyor kendisi sahneye ama, ilk anda tahmin edileceği gibi, Sermiyan Midyat’ın tek kişilik gösterisinin adı bu ve şu konuda haklı; “İnsanın adı Sermiyan Midyat ise bundan zevk almaya bakmalı”. Bu şekilde başlayan gösteri, yaklaşık iki saat ve iki perde olarak devam ediyor ve gerçekten insanın ne saatine bakmasına ne hayallere dalmasına izin veriyor, basbayağı kahkahalara boğuyor.
İsmiyle olan ömürlük derdinden başlayıp (Semiryan diyen var adama, yetmezmiş gibi Semiramis diyen var, dertli olmayıp ne yapsın?) Ankara doğumlu Midyatlı bir aşiret çocuğu olarak yaşadıklarını, ilginç üyelerle dolu ailesini, bir oyunu
Çocukların bir “Ben yapmadım, oyuncak ayı yaptı, hayali hayvan yaptı, şu yaptı, bu yaptı” dönemi var. Bunu dikkatlice bertaraf etmezsek de sonunda yaptığı hiçbir şeyin sorumluluğunu almayan yetişkinler elde ediyoruz.
Etrafımızda bunlardan bolca var ve son dönemlerdeki favori “azmettiricileri” şeytan. Kendileri zinhar kötü bir şey yapmıyorlar, ama işte şeytan kulaklarına fısıldayabiliyor. Bilirsiniz, “Şeytan alır götürür, satamadan getirir”, biz silahı elimize alırız ama “Şeytan doldurur”, aklımıza türlü kötü düşünceyi şeytan sokar. Ve bu mahkemede savunma olarak bile kullanılabiliyor. Otobüste bir kadına şort giydiği için tekme atan adamı hatırlayın mesela, kendisi değil şeytandı suçlu.
Şimdi de karşımızda bir imam hatip lisesi öğretmeni var, Hürriyet’ten Burcu Purtul Uçar’ın haberine göre, 15 yaşındaki öğrencisine gönderdiği uygunsuz Facebook mesajları çocuğun annesinin dikkatini çekmiş. Anne önce polise, sonra Milli Eğitim Müdürlüğü’ne şikâyet dilekçesi vermiş ve kendisi de iki çocuk babası olan felsefe öğretmeni hakkında soruşturma başlatılmış.
Öğretmen ne yapmış? Anneye bir mektup yazarak şikâyetini geri çekmesini istemiş. “Yanlış anlama var” demiş, “ ‘Tatlışım demişim, öptüm
Berkay Ateş’in Cevdet Kudret Edebiyat ödüllü oyunu “Hakikat, Elbet Bir Gün”, seyirciyi bir mektubun izinde, hakikatin peşinde bir yolculuğa çıkarıyor...
Bu oyunu anlatmaya sondan başlamak istedim. Bütün ışıkların sönüp tek bir sarı ayçiçeğinin aydınlıkta dimdik durduğu, alkıştan bir tık önceki o sessizlik anından.
Çünkü iki saatlik maratonun sonunda ancak o an nefes alıyorsun ve adeta o mektubu baştan okumaya başlıyorsun kafanda; sarı tişörtlü çocuğun son mektubunu: “Bütün sevdiklerime, şu an saat 04.15. Güneş doğabilecek mi bilmiyorum. Her geçen dakika, hayatımın ellerimden kayıp gittiğini görüyor, sona yaklaştığımı biliyorum. Bu kapkara ormanda, bir adım daha atacak dermanım kalmadı, başım durmadan dönüyor, her şeyi işitiyorum. Göğsümde dinmeyen bir ağrı, kalbimde tarifsiz bir acı var ve artık sesim bile çıkmıyor... Tek çarem elimde tuttuğum kalemim! Baştan başlayayım. Saat 19.45’te Gönüllü Caddesi’ne geldim, doğduğum yere, doğum günümde...”
Ve o mektubun ışığında, son doğum gününde dolaştığı karanlık sokaklarda çocuğa refakat ediyor seyirci. Gittikçe aran bir çaresizlik hissi, sürekli nefes daralması, “Güvercinlerin ağlaya ağlaya denizlere düştüğü, kurbağaların el ele tutuşup
"Memlekette her konu bitti sıra Sıla’ya mı geldi?" lobisinin hışmını hesap ederek yazıyorum bu yazıyı. Hiç anlamadığım şekilde şiddete uğramış kadınlar arasında ayrım yapan kesim var. Sıla ünlü, güzel, ne bileyim “tuzu kuru” olduğu için onun uğradığı eziyetin o kadar da önemli olmadığına, maruz kaldığı şiddetle adeta asıl mağdur kadınların “Önünü kapadığına’ inanıyorlar. Sürekli bir “Kadın dernekleri ve kadınlar Sıla’yla meşgulken şu mahallede bir kadının başına neler geldi, kimsenin umurunda olmadı” sitemleri...
Birincisi, kadın dernekleri diye azarlamaya kalkıştığınız bir avuç insan bu memlekette şiddete uğramış her kadının sesi olmak için insanüstü bir çaba gösteriyorlar, korkarım siz daha ziyade Sıla olayının magazinel boyutuyla ilgili olduğunuz için gözünüzden kaçmış. İkincisi, o ‘kenarda kalmış’ kadın adına da siz kıyamet koparabilirsiniz, bir engel yok. Ama tabii birilerine havale edip hesap sormaktan biraz daha fazla mesai istiyor.
Ve en önemlisi, bir şiddet olayının bütün aşamalarını gözler önüne serdiği için bu “Başka konu mu kalmadı?” diye küçümsenecek bir mesele değil.
Öncelikle hayatında bir kere bir kadının canını yakmış bir insanın bunu mutlaka tekrarladığını
Bu ay ‘Milliyet Sanat’ dergisi için Demet Akbağ ile konuştuk. Ata Demirer’le son filmleri ‘Hedefim Sensin’ ve oradaki karakteri Hafize üzerine öncelikle... Ama doğal olarak Akbağ’la sohbet etmek öyle tek konuyla sınırlandırılabilecek bir şey değil, her alanda söyleyeceklerini merak ediyorsunuz.
Yerli diziler de kendisi pek dizi yapmayan nadir oyuncularımızdan olduğu için en çok payını aldı elbette. Bizim projeler için kullandığı “Bir hikaye başlar, gelişir, sonuçlanır. Bizimkiler başlıyor, durmadan gelişiyor ve sünüyor. ‘Giriş, gelişme, sünüş’ tabirine bayıldım. Ve evet, yine dediği gibi birinci sezondan sonra şahane şeyler görmüyoruz dizilerde, bu da bir gerçek. Sünüyorlar gözümüzün önünde.
Bunun nadiren de olsa bazı istisnaları olabiliyor tabii ve bence ‘İstanbullu Gelin’ bunlardan biri. Öncelikle incelikli çizilmiş, tutarlı karakterleri ve anlatım dili nedeniyle... Oradaki insanların her birini senaryo yazarları da biz de tanıyoruz ve çok büyük savrulmalar yaşamıyor, onuncu bölümde bambaşka birine dönüşmüyor, “Bu insan bunu yapmaz ki” dedirtmiyorlar. Bu yüzden de inandırıcılıklarını kaybetmiyorlar. Sonradan eklenen karakterler de öyle. Renk olsun diye gelmedikleri, hikayede bir
Hiç anlayamamıştım bu ‘utanç’ nereden gelip işlemişti içime daha ergenlik çağında. Kimse bana kadın olmanın her ay belli bir süre kanla haşır neşir olmak olduğunu ama bunun ayıp bir şey olduğunu anlatmamıştı.
Gerçekle yüz yüze kaldığımda zaman da “Aman kimselere söyleme, bu bir utanç vesilesi” diyen olmadı. Doğal bir olay olduğu, bu yaşa gelen her kızın başına geldiği anlatıldı aksine.
Gene de ben çok uzun süre, bir eczaneye girip “ped” isteyemedim. Hele hele erkek eczacıdan. Buna kendi kendime karar verdim. Kadınlar arasında bir “suç ortaklığı”ydı bu, hadi onlardan istemek kabul edilebilirdi. Ama bir erkekten, daha neler! Tek seçeneğim varsa, mecbursam, eczanenin önünde defalarca tur attığımı bilirim, içeri girip söyleyeceğim cümleleri prova ederek. Marketler bu konuda kurtarıcıydı, diğer malların arasına sepete atıp adını telaffuz etmeden alıp çıkabiliyordun.
Bu konuda tek olmadığımı da zamanla gördüm, saçmalığını fark etmekle beraber yenmem daha da fazla zaman aldı. Kadın olarak dünyaya gelmişseniz, ne hikmetse kimse size öğretmeden, doğanızdan utanmak genlerinize kodlanıyor. Herhalde “Öyle oturma, kızlar usturuplu oturur, öyle koşmaz, oraya tırmanmaz, atlamaz,
Perşembe akşam saatleriydi, instagramda bir metinle karşılaştık. Genç bir kadının kendisini son derece doğru ve güzel ifade eden, su gibi, duru ve net satırlarıyla. Yetenekli genç oyuncu Elit İşcan, “Yaşamayanlar” disinin setinde rol arkadaşı Efecan Şenolsun tarafından cinsel saldırıya uğradığını (hakaret, küfür ve vücut dokunulmazlığını ihlal eden davranışlar şeklinde sıralamış), bunu hem yapım ekibiyle hem ikisinin ortak ajansıyla paylaştığını, kendisinden süre istendiğini anlatıyordu.
Aradan beş ay geçmiş, hiçbir adım atılmamış, İşcan da Şenolsun’dan şikayetçi olarak hukuki işlem başlatmış ve kamuoyuna da bu açıklamayı yapmaya karar vermişti. Açıklamanın en iç burkucu yanı, gayet öngörülü olan “Bu olayı kamuoyu ile paylaşarak mesleki geleceğimi riske attığımın, hakkında ‘yorumlar’ yapılacak, mercek altına alınacak kişinin cinsel saldırıda bulunan değil de ben olabileceğimin, pek çok haksız ve olumsuz söz işiteceğimin bilincindeyim,” bölümü.
Nitekim daha o ‘gönder’ tuşuna basarken ortalığı “Tacize uğrayan kadınlar neden susarlar?” konusuna açıklık getirecek örnekler sardı. “Oh hadi, kastın primini, yaptın reklamını, artık sırtın yere gelmez”cileri geçiyorum, kendilerine akıl ve
"Girdiğin her yere, kenefe bile/Gireceksin haşmetle/Aşk ile bakacaksın her şeye/Ama kuş bakışıyla her şeye..."
Soru, “Bir kadını gerçekten efsane yapan nedir?”
Peşinden çıktığımız yolculukta rehberimiz Efsane Pars... Bir zamanların ‘kızıl bomba’sı. Tam da şarkıda olduğu gibi girdiği her yere haşmetle girmiş, hayatı kuş bakışıyla izlemiş, söylediği şarkılarla, oynadığı filmlerle ve yaşadığı aşklarla dillere dolanmış bir yıldız.
Artık fazla ilgi alanlarına girmediği magazin programlarının gündemine bomba gibi düşmesinin nedeni, bir otel odasında kurşunlanması. Kendisinden neredeyse 30 yaş genç sevgilisinin de onu o halde bırakıp, sevgili köpeği Fondip’i de alarak sırra kadem basması. Yürekten yaralı Efsane, bir yandan son hayırsız sevgilisinin izini sürerken, bir yandan da bize hayatından hikayeler anlatıyor. Gazino gecelerinden, film setlerinden ve çocukluğunun İstanbul’undan anılar, döneme damga vuran şarkılar eşliğinde akıp gidiyor.
Yeteneğine sıfat aramanın gereksiz olduğu Derya Alabora’nın, Ezop Sahne yapımı tek kişilik oyunu ‘Efsane Kadın’, geçtiğimiz ay seyirciyle buluştu. Önce şunu söylemek isterim, bu vesileyle gördük ki, sadece çok iyi bir oyuncu değil, iyi de şarkıcıymış.