Tarihiyle, kültürüyle, doğasıyla savaş sürdürmekte beis görmeyen tuhaf bir milletiz gerçekten. Sahip olduğumuz değerler çoğu zaman “bize rağmen” ayakta kalmaya devam ediyor.
Peribacaları gibi dünyada eşi benzeri olmayan, UNESCO tarafından kültürel miras kabul edilmiş bir şeye sahipsin, bütün dünyadan dört mevsim turist akınına uğruyor yaşadığın belde bu sayede ve sen gidip o 60 milyon yılda oluşmuş mucizelerin böğrüne kazmayı vurabiliyorsun. Kendi seksen yıllık ömründe böyle bir şeye hakkın olduğuna inanıyorsun!
Bu hafta hep beraber bakakaldık Göreme’den basına yansıyan fotoğraflara. Basbayağı bir yapı yükselmekteydi peribacalarına yaslanarak. Hayır, şaşırtıcı elbette değil. Sadece bir kez kalbi oyulmuş bir ormana ya da misal, cennet gibi Ege kıyılarına uzaktan baktıysanız inşaat sektörünün insafının olmadığını gözünüzle görmüşsünüzdür. Ne yeşil tanıyor, ne mavi. Kıyı derken bizim kıyıları kastediyorum tabii. Suyun öte yanında o kadar gelişmiş bir inşaat sektörü olmasa gerek, akıl edip bina dikememiş, hep ağaçlık bırakmışlar deniz kenarlarını.
Halbuki bizde durum o kadar ileri boyutta ki hayal gücü geniş bir müteahhit pekâlâ doğrudan bir peribacasına kat da çıkabilirdi. Bu sadece
Anladığım kadarıyla kendimizce değerli bulduğumuz bir şeyi kadına benzetmekte ne beis var meselesi kafa karıştırıcı olmaya devam ediyor. Ne var yani, bir şehri, bir semti, efendim bir denizi, bir bölgeyi kadına benzetince neden bu cinsiyetçi bir söylem kabul ediliyor? Neden birileri bu “payeye” itiraz ediyor? Daha kestirmeden söylemek gerekirse, belediye başkan adaylarının söz birliğiyle İzmir’i bir kadına benzetmelerinde ne sakınca var?
Bu arada “kadına” diyen benim, kendileri olgun ve yetişkin bir kadın değil gözü açılmamış genç kız muamelesi yaparak sevmeyi tercih ediyorlar, ismini Amazon kraliçesi Smyrna’dan aldığı söylenen bir şehri. Hani savaşçılığına, güçlü duruşuna saygı duruşu yapmaya da değil, koruyup kollamaya, daha önceki kıymet bilmemiş “sahiplerinden” kurtarmaya talip oluyorlar. Üstelik aynı anda “el değmemişliğine” de vurgu yaparak kalkışıyorlar bu işe. AK Parti adayı Nihat Zeybekci, Ayşe Arman ile röportajında “İzmir mahallenin en güzel kızı, onu kim istemez ki. Ama bundan şu anlam çıkmamalı: Mahallenin en güzel kızı dedim, kadını demedim” ifadeleriyle bu niyeti açıkça ortaya koyarken, CHP adayı Tunç Soyer’in masalsı “Uyuyan bir güzel var, bir öpücük bekliyor. Biz
Bazı insanlar var, “Düşmanıma vermesin” denen türden bir acı yaşıyorlar ve ömürlerinin geri kalanını kendilerine acıyarak, kadere lanet ederek, “Neden ben?” diye isyan ederek geçirmek yerine, bu acıdan başkalarına faydalı olacak bir sonuç çıkarmaya gayret ediyorlar. “Benim canım yandı, başkalarınınki yanmasın” diyorlar. Kalan ömürlerine anlam katıyorlar. Gözlerinden hiç eksik olmayan kederi içim burkularak, mücadelesini hep saygı duyarak izlediğim, evlat acısıyla yaralanmış kalbi, pazartesi günü, 70 yaşında pes eden Nazire Dedeman (Çağatay) gibi.
Hatırlıyorum, gazeteciliğimin ilk yıllarında bireysel silahlanmanın tehlikeleri dendi mi, ilk başvurduğumuz isim olurdu Nazire Dedeman. Bıkmadan usanmadan anlatırdı, rakamlar verirdi, raporlar sunardı. Hep söylediği gibi toplumun başındaki en büyük bela şiddetti ve Nazire Dedeman, onun önüne geçmeye bir ömür adadı. Üstelik öyle açıktan açığa silahlanma çağrıları da yapılmazdı o zamanlar. “Maçtan sonra, düğünlerde sevincinizi silah atarak dile getirmeyin, kurşundur seker, evde silah bulundurmayın, şeytan doldurur” gibi noktalardaydı olay. Nazire Dedeman 17 yaşındaki oğlu Umut’u bir “şeytan doldurması” sonucu, arkadaş silahından çıkan
Devrim Yakut ve Bihter Dinçel’in oynadığı “Manik Atak”, sahnede iki değil on iki oyuncu varmış gibi oynanan, son derece dinamik bir komedi
Bu konuda ayrım yapmak çok doğru görünmeyebilir ama dünyanın düzeni başka şekilde olsa ben de yapmazdım herhalde; bir oyun bir kadının kaleminden çıkmışsa o bende başka bir heyecan yaratıyor. “Bana dair, beni ilgilendiren, benim içimden geçen bir şeyler de söylüyor olacak” diye seviniyorum. Hele hele kadın karakterler üzerine kuruluysa.
Her zaman bu heyecanımın karşılığını bulduğumu tabii ki söyleyemem ama Bihter Dinçel’in kaleminde buldum. Sahnede iki kadın izliyorum ve bunları bir erkeğin konuşturmadığı her anında belli oluyor. Yaşasın.
Oyunumuzun adı “Manik Atak”, olay mahalli bir tiyatro kulisi. Ama nasıl oyuncaklı, cicili bicili bir kulis, her yanında kostümler, aksesuarlar, oyun odası gibi bir yer. Aslında gibi değil ta kendisi, “oyun odası”.
Leyla, bir zamanların parlak tiyatro oyuncusu, ama 10 yıl olmuş sahneye çıkmayalı. Bu uzun aradan sonra yıllar önce oynadığı, adeta kendisiyle özdeşleşen “Bağ Bozumuna Bir Gün Kala, Seher Vakti Ardıç Ağacına Kurduğum Salıncağın Gölgesinde” adlı oyunda tekrar oynamak üzere çağrılıyor. Ancak bu sefer
Sirkeci’nin kalabalık sokaklarında çekilmiş bir video. İki tane bir örnek giyinmiş kırmızılı delikanlı, birinin elinde gitar, bağıra çağıra şarkı söylemekteler. Etraftaki kalabalığa bakıyorum, gülerek bakıyorlar çocuklara, ortada kimseye rahatsızlık veren bir hal yok.
Kalabalığın sebebi, yandaki çiğ köfteci. Kendisi bir sosyal medya “fenomeni” imiş meğer, Ali Usta. Fenomenliği nereden geliyor? Çiğ köfte dürüm yaparken insanlarla konuşma şeklinden. “Limon sever misin çocuk adam? Nar ekşisi ister misin çocuk adamın kardeşi?” gibi ne hikmetse komik bulunan bir hitap şekli var müşterilerine, birisi videoya çekmiş ve o videosuyla da meşhur oluvermiş.
Dükkanın önündeki kalabalığı biraz da buna borçluyuz anlaşılan, “Elalemin adamı bana da bir lakap taksın, benimle babasının oğluymuşum gibi senli benli ve azarlayarak konuşsun, mümkünse enseme tokat atsın. Ben de ona para vereyim” gibi bir talep var insanlarda demek ki. Kabalığa olan düşkünlüğümüz inanılmaz.
Tekrar şarkı söyleyen tatlı çocuklara dönersek, o zaten sempatik bir insana benzemeyen Ali Usta birden çiğ köfte tezgahından fırladığı gibi gençlerin üzerine doğru koşuyor, bir tanesine bir şaplak patlatıyor, “Yürü lan burdan hayvanoğlu
Kadın cinayetlerine dair kullanılan dilin, katilleri, tecavüzcüleri aklayıp ceza indirimlerine ve buna bağlı olarak da yeni cinayet ve tecavüzlere yol açan ifadelerin zararlarından daha ne kadar söz etmek gerekecek, merak ediyorum. Tecavüze uğramış, öldürülmüş bir kadının hangi saatte nerede olduğuyla ilgilenilebilir mi? Buna bağlı olarak o tecavüz tecavüzlükten, o cinayet cinayetlikten çıkar mı? Biz bu konuyu infial yaratan Özgecan Aslan cinayetinde ve sonrasında muhtelif vakalarda tekrar tekrar konuşmadık mı?
Ama yetmemiş, yetmiyor. Şule Çet’in, 23 yaşında bir plazanın 20. katından ‘düştüğü’ iddia edilen üniversite öğrencisinin ölümüyle ilgili davada karşımıza gene dehşet verici ifadeler çıkıyor. Hem de ‘adli tıp uzmanı raporu’nda. Diyor ki rapor: “Olağan koşullarda, yetişkin bir kız veya kadının rızası olmadan zorla ırzına geçilmesi mümkün değildir”. Yani zaten bizim uzmanımıza göre, “tecavüz” diye bir şey yok. Hepsinde rıza var!
Sonra birtakım istisnalar sıralıyor ama; işte birden fazla kişi olaya karışmışsa ki Şule Çet olayında böyle, kadın direnemeyecek kadar güçsüzse (erkeklerin hemen hepsinin fiziksel olarak kadından güçlü olduğunu bilmiyor demek ki uzman) ve de yiyeceğine
Craft’ta Çağ Çalışkur’un rejisiyle sahnelenen “Fotoğraf 51”, DNA’nın yapısının çözülmesinde önemli payı olan bilim insanı Rosalind Franklin’i merkeze alan, çok sağlam bir oyun
Yıl 1951, İngiltere. King’s College Araştırma Enstitüsü. Cambridge Üniversitesi’nden doktoralı biyofizikçi, kimyager Rosalind Franklin, enstitüden gelen davet üzerine Paris’teki Kimya Hizmetleri Merkez Laboratuvarı’ndaki görevini bırakıp gelmiş. Önceden de bütün ciddiyeti ve resmiyetiyle bir mektup kaleme alarak nelere ihtiyaç duyduğunu sıralamış: Bir adet X ışını tüpü, içindeki ısıyı kontrol edebileceği özel bir fotoğraf makinesi, bir de bunların ne zaman hazır olacağına dair kesin bir tarih...
Ancak enstitüye geldiğinde onu bekleyen, kendisininkiyle taban tabana zıt ‘şakacı’ bir zihniyet, her sözünün hafife almaya meyilli erkek meslektaşlar ve Dr. Maurice Wilkins’in asistanı olma ‘şerefi’. Kendisi bütün çalışmalardan sorumlu olmak üzere davet edilen, dolayısıyla “Ben kimsenin asistanı olmayacağım” diyen genç kadının mücadelesi de böylece başlamış oluyor.
Öğretmenler odasının sadece erkekler için olduğu bir enstitüde, karşılarındaki bilim insanına Dr. Franklin demeyi zül görüp işi “Rosy” noktasına kadar
Sadece kişisel bir sorunum olsaydı bir gazete köşesini bu konuya ayırmayı düşünmezdim. Öyle ya, babamızın malı değil neticede. Ama daha facebook ve twitter’da benzeri bir şey yaşayan var mı diye sorduğum anda öyle bir cevaplar silsilesi geldi ki, hem bu kadar kolay ve açıktan haksızlığa uğruyor olmamız hem de bunu gayet kabullenmiş halimiz enteresan geldi. Neticede yazıyorum işte.
Cep telefonunu yurtdışındayken - mümkünse - sadece wifi olan yerlerde kullananlardanım. Zamanında acı tecrübeler sonucu uluslararası dolaşımı açık bıraktığımda neler olabileceğini görmüş biriyim, onu özenle HEP kapalı tutuyorum, gelen aramaları cevaplamıyor, mesajlara yanıt yazmıyorum. Gayet bilinçli ve tedbirliyim bu konuda özetle, açık kapım yok.
Hal böyleyken, gitmiş olduğum üç günlük Karadağ gezisinden her zamankinden kabarık bir faturayla döndüm. Telefonla hiçbir mesaim olmamıştı ama Vodafone öyle takdir etmiş, kullandığıma karar vermiş, ondan iyi mi bileceğim? Bilemeyeceğim elbette. Ama başta bunu bilmiyorum, iyimserim, hakları olan bir vatandaş olarak kendime güvenim tam. Ne olacak, müşteri hizmetlerini arayacağım, onlara başıma geleni anlatacağım, onlar da bakacaklar, “Afedersiniz, bir yanlışlık