Çok acayip, bu memlekette kadın meselesi doğru şıkkı işaretlemeyi bir türlü beceremediğimiz bir matematik problemi gibi. Zaten teoride “Kadınlar kutsaldır, başımızın tacıdır, evimizin süsüdür, çiçeğidir, narin kelebeğidir” aşamasından öteye geçemiyoruz, pratikte desen o kelebeklerin kanatlarını koparmak en iyi bildiğimiz iş.
Bu genel gidişata karşı çıkmak üzere atılan iyi niyetli olduğu tahmin edilen adımlar da dönüp dolaşıp yanlış kapıya çıkıyor. Gidiş yolu doğru değil çünkü. Kadınların neye ihtiyacı olduğunu anlamadan çözüm bulamazsın. Geçen hafta konu ettiğimiz gibi, kadın konusunu kadınlar olmadan masaya yatıramazsın mesela. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kadınlara danışmadan, onların sözüne kulak vermeden kutlayamazsın.
Zaten hayattaki en büyük sorunu yok sayılmak olan kadını bir kez daha yok sayarak bu soruna dikkat çekemezsin ya da şu an bir şampuan markasının yaptığı gibi. Akla gelen en klişe kadın benzetmesi olan “saçı uzun aklı kısa” özlü sözüne gönderme yapmaya karar vermişler, bundan iyisi “eksik etek” ile “kaşık düşmanı” olabilirdi, akla getirmek gibi olmasın. Ama onlar dâhiyane bir şekilde saçtan girmişler meseleye, şampuanlar ne de olsa. “Aklımız saçımızla ölçülüyorsa”
DOT ve Zorlu PSM iş birliğiyle sahnelenen “Bırak İçeri Gireyim”, iki kırılgan ve yalnız çocuğun birbirine tutunarak güç bulmasına odaklanan bir ilk aşk hikâyesi anlatıyor...
Hani bazı filmler vardır ya, izleyip sevenlerin adeta içgüdüyle birbirini bulduğu, görmeyenlerden sakındığı. Klasik anlamda gişe rekorları kırmamıştır ama gönüllerdeki rekoru ona yeter de artar, üstelik kuşaklardan kuşaklara aktarılarak yaşar. “Let The Right One In” onlardan biri, aslında orijinal adı İsveççe ama yazması okumasından zor. John Ajvide Lindqvist, çok satan romanından senaryoyu da kendisi yazmış, Tomas Alfredson 2008 yılında çekmişti. 2010’da yeniden çevrimi de yapıldı ama kalpler hep ilkinde kaldı.
Şu anda Türkiye’de sahneye konduğu adıyla “Bırak İçeri Gireyim”, bir yanıyla bir vampir filmiydi ama vampirlerle de korku filmleriyle de işi olmayanların gözünde bu filmi kıymetli kılan, son derece dokunaklı bir dostluk, bir ilk aşk hikâyesi anlatıyor olmasıydı. İki kırılgan ve yalnız çocuğun birbirine tutunma, el ele vererek kendilerini daha güçlü hissetme durumuydu anlatılan, sevginin, biri tarafından sevilmenin korkuları defeden gücüydü. Ve bu, dünyanın en evrensel ve insana dair duygusuydu.
İki gündür sosyal medyada fır dönüyor ama görmeyenler için bir afiş tarif etmek istiyorum: Söz konusu afiş 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle düzenlenen bir etkinliğe ait. Başlığı “Kepez’de Kadın Olmak”. Rengi tabii ki pembe, şeker pembe. Bebeklikten itibaren “cins-i latif” ile özdeşleştirilen, büyüyüp kadın olmakla da kurtulamadığımız o “saf-naif-tatlı” renk. Mümkünse hepimiz pembe otrişlerde yaşasak, ne güzel olacak.
Hepsi bu değil, bu pespembe dünyada 8 Mart’a özel bir logo tasarlanmış, içinde yanlışlıkla iliştirilmiş gibi kalan bir “Venüs sembolü” artı var, ama neyse ki etrafındaki melek kanatları meseleyi pamuk şeker kıvamına getirmeyi başarmış. Belli ki ciddi bir durum yok ortada, bir tür bebek evi atmosferi deneyimleyeceğiz.
Gelelim katılımcılara; Kepez Belediyesi tarafından düzenlenen etkinliğin moderatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin. Beş adet de konuşmacı var. CHP Kepez Belediyesi Başkan Adayı Birol Arslan, Ak Parti adayı Alper Altınok, MHP adayı Serkan Ön, DSP adayı Erhan Özel ve de bağımsız aday Gökhan Bayram.
Tekrar başlığa, logoya ve isimlere bakıyoruz. Hayır, bir yanlışlık yok; beş erkek belediye başkan adayı bir erkek yönetici önderliğinde oturup “Kadın olmak”
Siz de görmüşsünüzdür büyük olasılıkla, Leman Sam’la düet yaptığı videosunu. Mobilya müzik severdi, sahneye bayılırdı. Bir bakmışsınız Nükhet Duru’ya eşlik etmek için Off Gümüşlük sahnesinde, bir bakmışsınız Caz Festivali’nde, İlhan Erşahin’in orkestrasına katılmış.
Konuk sanatçı olsun, çıksın şarkı söylesin, insanlarla oynasın, Limon’a uğrasın, arkadaşlar edinsin, akşamları onları evlerine kadar yolcu etsin, ‘itten kopuktan’ (iki ayaklısından) korusun, böyle bir hayatı vardı. Boylu poslu, uzun bacaklı, fıstık gibi bir kızdı. Karnı tok, sırtı pek, seveni çok, mutlu bir hayvandı. Gümüşlük’teki arkadaşlarının en meşhurlarındandı.
Hayatı hayvanlarla paylaşmanın kıymetini bilen herkesin mahallesinde arkadaş bildiği, iki gün görmese merak ettiği sokak kedileri, köpekleri vardır ya, Gümüşlük’te bu arkadaşlık bağı biraz daha sıkıdır. Ben sadece yazlarımın bir bölümünü orada geçirdiğim halde adıyla sanıyla bildiğim, yıl içinde merak edip özlediğim, kavuşunca sevindiğim köpek dostlarım var mesela, Gümüşlük’te yaşayan. Onlar oranın ‘sakin’leri, ben misafiri.
Ve biz bu hafta oradaki arkadaşlarımızdan on bir tanesinin ölüm haberini aldık. Aralarında Mobilya’nın da olduğu dokuz köpek, iki de
Öykü Karayel ve Reha Özcan’ı bir araya getiren “Terk”, modern insanın bitmeyen çelişkisine; özgürlüğüyle sevme sevilme isteğini bir potada buluşturamamasına dair hepimize son derece aşina şeyler söylüyor...
H=avalı ve şık bir muayene odası, bir o kadar havalı ve şık doktor. Ceketi, yeleği, gözlüğü, düzenli ‘süsü verilmiş’ asi kıvırcık saçlarıyla dış görünüşüne düşkün olduğunu anladığımız bir terapist. Tahminen 50 yaşlarında.
Beresinden taşan pembe saçları, şortu, file çorapları ve postallarıyla asi ‘süsü verilmiş’ bir genç kız. 25 yaşında. Kırılgan bir kalbi sert ve alaycı bir kabuğa sarmış, geçmiş adamın karşısına en mahrem şeylerini anlatıyor. Bulabildiği en şoke edici, irkiltici hatta rahatsızlık verici sözcükleri seçerek. Adamı ne kadar tedirgin ederse amacına o kadar ulaşmış olacak gibi bir hali var. Ona “sevgilim” demeyen sevgilisini, güvenip kendini teslim edemediği için yoluna girmeyen ilişkisini, bağlanmaktan korktuğu için zevk almak istemeyişini anlatıyor motor takılmış gibi. Karşısındakine tepki verme, itiraz etme hakkı vermeden.
Terapistin ise kaçmak geliyor içinden. “Siz belli ki yanlış gelmişsiniz, size lazım olan bir ilişki terapisti, buyurun bu da kartı” deyip kapıyı
Bazen bazı kötülükler hayırlı sonuçlar doğurur ve bu ufak da olsa bir tesellidir. Ülkemizin yüz karası kadın cinayetlerine dair farkındalığı artıran Özgecan Aslan cinayetinden sonra 2016 yılının 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından Tutum Belgesi adıyla üniversitelere gönderilen Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projesi gibi mesela.
Neler içeriyordu bu proje? Yükseköğretim kurumlarında kadına yönelik şiddet ve tacize karşı neler yapılabileceğine, üniversite yerleşkelerinde güvenli bir ortamın nasıl hazırlanabileceğine dair afişler, kitapçıklar hazırlanıp seminerler düzenlenmesinden zorunlu veya seçmeli bir dersin konulmasına kadar bir dizi öneri.
Aradan geçti iki sene, YÖK Başkanı Yekta Saraç gelinen süreçte “bu kavrama murat edilenin dışında farklı anlamlar yüklendiği ve bu yüklemeler toplumsal değerlerimiz ve kabullerimizle mütenasip olmadığı, toplumca kabul görmediği” için tutum belgesinden “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramını çıkarmaya karar verdiklerini açıklıyor. Artık “Türk toplumunun aile kavramı başta olmak üzere sahip olduğu üstün değerler” öne çıkarılacakmış.
Bu karardan şunu mu anlamalıyız? Bu “üstün değerler” kadının erkekle eşit haklara sahip
1990’lı yılların ortalarıydı, Nurseli İdiz’in Prizma diye bir haber programı vardı, ben de mesleğe yeni başlamış bir muhabirdim, biz bir konuyu tartışmaya açmaya niyetlendik: Boşanma halinde evlilik süresince edinilmiş malların eşit paylaşımı meselesini. Gidiyoruz, toplumun çeşitli kesimlerinden insanlara soruyoruz; nasıl olmalı bu paylaşım?
Kafamızda da çalışan kadınlar kadar, emekleri görünmez kabul edilen ev kadınlarının da hakkının teslim edilmesi var. Belki para kazanmamış olabilir ama kocası dışarıda çalışırken o sekiz saati kesin geçen ev içi mesai süresiyle bunu fazlasıyla hak eder, bu cevabı bekliyoruz. Özellikle de kadınların çalışma hayatına katılma konusunda karşılaştıkları çifte standartlar göz önünde bulundurulduğu zaman.
Prof. Dr. Aysel Çelikel de var soruşturmamıza katılıp cevap verenler arasında, dönemin ünlü sanatçıları da, halktan insanlar da. Şuna son derece şaşırmıştım, o kalender tavrıyla “Ceketimi alır giderim,” diyen sevgili Ahmet Kaya dışında çok fazla erkek destekçimiz çıkmamıştı. Hele hele şimdi adını vermeyeceğim, her daim “emek”ten yana, “adalet”ten yana önemli bir şair ve yazarımızın konuyla ilgili boşandığı eşiyle konuşmamızı engellemeye çalıştığını
Dev kadrosuyla “Alice”, insanı bir buçuk saatliğine dünyadan koparıp sihirli ormanda gezdiren cinsten bir müzikal.
Çocukluğunda kendisini öperek uyandıracak prensi beklemesi öğretilmemiş kız çocuklarının kahramanıdır Alice. Pamuk Prenses’ten de Külkedisi’nden de -hele hele Rapunzel’den- çok daha eğlenceli bir hayatı vardır, çünkü mutfağında, kulübesinde, şatosunda oturmamış, tavşan deliğinden atlayıp kendisini maceranın kucağına atmıştır. Büyülü dünyasıyla her dönemde uyarlamaları yapılmış, sahneler de beyazperde de türlü türlü Alice görmüştür. Tıpkı bizim şu anda görmekte olduğumuz Alice müzikali gibi.
Zorlu PSM’nin büyük salonunda sahnelenen ilk yerli yapım müzikal olma özelliği taşıyan “Alice”, pek çok anlamda ilkleri bünyesinde buluşturan bir iş. Zorlu PSM, BKM ve ID İletişim yapım ortaklığı yaparak elini taşın altına koymuş bir kere. Gerçi böylesi ünlüler geçidi bir kadroyla bu “taşın” çok da kaldırılmayacak ağırlıkta olmadığını hesaplamak zor değil. Nitekim müzikalin biletleri satışa çıktığı anda tükendi.
Serdar Biliş gibi bir yönetmen, Beyhan Murphy gibi bir koreograf, Tuluğ Tırpan gibi bir müzisyen bir araya gelmiş sonra. Sırtını dayayıp rahat edeceğin türden bir yaratıcı