Dün telefonuma gelen ‘veda’ ilanına bakakaldım. “Gülriz Sururi Cezzar dünyamızdaki yolculuğunu tamamladı. Dilediği gibi dün toprağa karıştı”.
Sanki “Bir meteor geldi dünyamıza çarptı” yazıyormuş gibi anlamaz ve inanmaz gözlerle baktım sahiden.
Gülriz Sururi, özellikle kendisini tanıma şansı bulmuş insanları sürekli şaşırtan bir kadındı, doğruya doğru.
Hayata bağlılığıyla şaşırtırdı mesela. Seksen yaşından sonra internet kullanmayı öğrenmişti, 150 bine yakın takipçisinin sabah güne başlarken ilk baktığı Instagram hesaplarından birine sahipti.
Bitmeyen enerjisiyle şaşırtırdı. Aynı zamanda 10 yıldan uzun zamandır kiracısı ve komşusu olduğum için sıkça karşılaşırdık, kendisinden bir gün olsun “Yorgunum, rahatsızım, eh işte” gibi bir şey duymadım. Aymazlık içeren bir iyimserlikten söz etmiyorum, her zaman gücü vardı. Bir şeyleri değiştirmeye, olmaz denileni oldurtmaya. 1960’lı yıllarda araba satıp banka kredisiyle Türk tiyatrosunda çığır açacak “Keşanlı Ali Destanı”nı oynayacak gücü nasıl bulduysa, yıllar sonra önemli bir rahatsızlık geçiren eşi Engin Cezzar’ı hayata bağlayan da onun azmi oldu, mesela. Onu da geçtim, 87 yaşında kalçasını kırdıktan yirmi gün sonra yürüyen bir insana ne
2018 biterayak kültür dünyamızda çok önemli ve aslında hayırlı - bir tartışma baş gösterdi: Sinema piyasasının en çok izlenen (tabii öncelikle en çok salon bulan) filmlerinin yapımcıları, 2016 yılında Güney Koreli CJ CGV şirketine satılan Mars Group’un sinemalarında mısır, meşrubat gibi promosyonlarla artırılan bilet fiyatlarından kendilerine düşen pay doğru dağıtılmadığı için isyan etmişti.
Hürriyet yazarı Cengiz Semercioğlu’nun Yılmaz Erdoğan’ın gösterime gireceği aylar öncesinden belli olan “Organize İşler 2: Sazan Sarmalı” filminin vizyonunun son dakikada ertelenmesinden yola çıkan haberinden öğrendik ki, anlaşmazlığın bir tarafında BKM, Boyut Film, Çamaşırhane Film, Fikir Sanat, Madd Entertainment, Mustafa Uslu, NuLook ve TAFF durmaktaydı. Ve Mars ile anlaşma sağlanamazsa vizyona girmeyecek filmler arasında da Cem Yılmaz’ın “Kara Komik Filmler”i, Şahan Gökbakar’ın “Recep İvedik 6”sı, Mahsun Kırmızıgül’ün “Mucize 2”si de vardı.
Mustafa Uslu önceki gün Mars ile anlaşmazlıklarını çözdüklerini duyururken, diğer yapımcılar “Bizim filmlerimiz olmazsa mısır da olmaz, meşrubat da” diyordu özetle. Ama Mars’ın Kurumsal İlişkiler Direktörü Aslı Irmak Acar’ın açıklamaları gösteriyor ki,
Herhalde dün çoğumuz öfkeden gözü dönmüş bir genç kadının bir adama parmağını sallayarak, “Kadınım ben, doğru konuş!” diye bağırışını gördük. Olay Nimet Abla gişesinde, Milli Piyango bileti kuyruğunda gerçekleşiyordu. Tartışmaya dâhil olan diğer kadının da söylediği gibi, biletçi ekmek parasını kazanmaya çalışıyor, birkaç vatandaş da yeni yıla dair umutlar besleyebilmek için bilet almaya gelmiş.
Tam bu sırada bir televizyon sunucusu “Milli Piyango haramdır” bildirisi dağıtmaya, bilet satışına engel olmaya çalışıyor. Yurdumuzdan klasik yılbaşı manzarası, geçen yıl kuruyemişi bile haram ilan ederek o gece uyumaktan başkasını uygun bulmayan bildiriler görmüştük hatırlarsanız.
Kendileri bu kararları verirken aralarından kimse “İsteyen alsın, biz almayız olur biter” demiyor anladığım kadarıyla. Çünkü sunucu “Benim inancım bu” diyor ısrarla. Tamam, kimse senin inancına karışmıyor, zorla bilet aldırıp cebine koymuyor, sen de insanları özgür bıraksan ya?
İşte o videoda izlediğimiz kadın bu duruma müdahale etmeye kalkıyor ve etrafta toplanan erkeklerden birinden gelen “Hadi oradan” yaklaşımı üzerine de çileden çıkıyor. O derece öfkeli görünüyor ki “Asıl kadın adamı taciz ediyor” gibi
Dot’un yeni oyunu “Prudencia Hart ve Bir Tuhaf Dibe Vurma Öyküsü”, seyirciyi bir pub ortamında ağırlayan, eğlenceli bir masal, fantastik bir aşk hikâyesi
Soğuk bir kış akşamında, karla karışık yağmurdan, soğuktan, trafikten kurtulup Kanyon’un teras katındaki tiyatro salonuna kapağı atışım ile “Hop, ne oluyor burada?” diye şaşırıp kalışım bir oluyor. Dot’un salonlarında oturma ve sahne düzeninin ha bire değişmesine alışığım ama bu sefer kendimi bir pub’da buluyorum. Loş ışıklar, altışar kişinin oturabileceği masalar, kenarda küçük bir canlı müzik grubu, konuşanlar, gülüşenler, basbayağı bir pub’dayız. Biz yerleşip masa komşularımızla merhabalaşırken, oyuncular giriyor içeriye, bir örnek gri takım elbiseleriyle, “Hoş geldiniz” diyorlar tek tek, halimizi hatırımızı soruyorlar, bir de küçük uyarıda bulunuyorlar: “Arada masanızın üstüne çıkabiliriz, hazır olun, şaşırmayın”.
Ve bizi karlı bir gecede İskoçya sınırına götürecek olan hikâyeyi anlatmaya başlıyorlar. Hem de yılın tam bu vakitlerinde, en uzun gecenin yaşandığı 21 Aralık tarihinde. Kahramanımızın adı Prudencia Hart. Adı üstünde, ‘ihtiyatlı’ bir genç kadın, öyle bilmediği maceraların koynuna kendisini pat diye atacak biri değil.
Bir yılın daha sonuna yaklaşırken 2018’e dair dökümler de sardı ortalığı. Neler yaşadık, neler gördük, hangi önemli olaylar belirledi gündemimizi... Ben de naçizane, zihnimizi, dilimizi, hayatımızı meşgul eden konuları bir sıralamaya kalktım. Baktım bazıları zaten her senenin konusu, her sıkışılan anda ısıtılıyor ve hiç sekmeden karşılığını buluyor;
idrak etmekte olduğumuz “Noel Baba’ların toplu
sünnet bayramı” gibi mesela. Birkaçına göz atalım.
- Mazhar bu şarkıyı kime yazdı?
En sondan başlarsak, Mazhar Alanson’un kime - neye “yandığı” meselesi, her daim kıymetlilerimizden. Gene “Yandım yandım Kabe için” dedi, gene kıyamet koptu. Murat Meriç Gazete Duvar’da olayın tarihçesini anlatan şahane bir yazı yazmış, keşke okusak da artık 2009 yılında çıkmış “Mazhar Olmak” kitabında bile şarkıyı Medine’ye yazdım dedi diye kendisine kızanlar olduğunu söyleyen Alanson’a şaşırmalara ve kızmalara doysak.
- Zerrin Özer’in açıklamaları
Her yılın belli bir dönemi var, Zerrin Özer o tarihte ‘olay yaratacak’ bir açıklama yapıyor. Aslında dört beş ana konu var, bunlar dönüşümlü olarak yürürlüğe giriyor balık hafızalarımızın gündeminde. Bir yıl tecavüze uğradığını itiraf ediyor misal, bir diğerinde
Tam olarak cevabını veremediğim bir şey; memlekette ruhsal bozukluk yaşayanlar, vicdan yoksunları, şiddet yanlıları arttı mı, yoksa biz sosyal medya diye bir şey olduğu için mi onları daha çok görür olduk? Ya da onlar sosyal medya şöhretinin cazibesine kapılarak kendilerini daha çok sergiler mi oldular? Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı?
Bunu bilmesek de bildiğimiz şey, bütün korumasız canlıların her an tehlike altında olduğu bir düzende yaşamaktayız ve bunu sosyal medya marifetiyle gün gün naklen izliyoruz. Bir gün çocuklara yöneliyor, bir gün kadınlara, en çok da ağzı var dili yok olan hayvanlara. Bir gün patileri kesilen köpek yavrusuna, bir gün boğazı sıkılan papağana. Biz de cep telefonumuzdan, bilgisayar ekranımızdan öylece bakıyoruz sahnelenip yayılan vahşet filmine.
Ve evet; o görüntüler karşısında birileri de kıyamet koparıyor çünkü -ne mutlu ki- vicdan hâlâ mevcut o birilerinde ve o kıyamet kopmak zorunda. Her seferinde, hepsine karşı. Bunun bir diğer varlıkla, canlıyla, kutsal kabul edilen bir değerle kıyaslanarak kıymetsizleştirilecek tarafı yok. Bunu neden söyleme gereği duyuyorum sık sık? Çünkü bir de “Bir papağana sahip çıktığınız kadar”cılar var her
Bir Damla öğretmen meselesi çıktı Twitter’da. Bazen “Başka
derdi olmayan bir ülke olsaydık keşke” diyorum böyle durumlarda, bazen de içimizdeki muhbir vatandaşın kendisinin gösterdiği her yerde tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Üstelik sadece dişini geçirebildiği kişilere karşı etkili oluyor, bu daha fena.
Damla Karagöl bir anaokulu öğretmeni, ders sırasında su içmek için ayağa kalkan öğrencisine “Suluğumuzu su saatinde alıyoruz, şimdi boyamamızı bitiriyoruz” diyor, biraz sonra çocuk masaların arasında dolanan öğretmenin duyabileceği şekilde numara yapıyor, “Allahım boğazım çok acıyor, keşke suyum olsa da içsem”. Öğretmen de komik buluyor bunu, belli ki çocuk da komik olsun diye yapmış zaten. Gülüyor. Güldüğünü de twitter’a yazıyor.
Ve aman Allahım! Bütün ideal anneler, doğuştan eğitimciler, fahri pedagoglar derhal iş başına geçiyor. Ne sadistliği kalıyor kadının, ne ruh hastalığı. Vicdansız olduğundan zaten eminiz de, ne tür bir hastalıkla karşı karşıyayız ve çocukta açtığı travmalar neler, onu konuşuyoruz.
Şikayet mercileri en alt kademeden Milli Eğitim Bakanı’na kadar uzanıyor: “Hocam, şu rezalete bakın, çocuklarımızı kimlere emanet ediyoruz!” Görevden alınsın, meslekten men
Ülkemizde kadınların uğradığı cinsel taciz, saldırı, tecavüz ve tabii şiddet vakalarında faille empati kuran, onun ‘iyi hal’inden etkilenen, tahrik olup tahrip etme hakkını teslim eden, affetmeye meyilli o kadar çok mahkeme kararıyla karşılaşıyoruz ki birdenbire olması gereken olunca şaşırıyor insan. Hani hiçbir şey olmasa en son Şule Çet davasında da gördüğümüz gibi raporlar uzadıkça uzuyor, bilirkişiler bilmiyor, rıza var mıydı yok muydu konuları deşiliyor, bir türlü sadede gelemiyoruz. Mahkeme tarihi belli değil daha.
Gelgelelim karşımızda bir örnek vaka var; üniversite öğrencisi bir genç kadın; E.B.B., 21 yaşında, Ataşehir’de bir arkadaşının kuzeninin daveti üzerine 25 yaşındaki C.E.G.’nin evine gitmiş. Arkadaşı da var yanında, onun kuzeni de var, dört kişiler evde. Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan iddianameye göre birlikte içki içmişler ve şüpheli C.E.G yatak odasında müştekiye rızası dışında cinsel istismarda bulunmaya kalkışmış. Genç kadının adamın elinden kurtulup bağırarak kaçtığı, banyoya koşup kapıyı kilitlediği, C.E.G’nin camı kırarak açtığı belirtiliyor iddianamede. Ve davalının “nitelikli cinsel saldırıya teşebbüs” ve “kişiyi hürriyetinden yoksun kılma”