Çağlar Çorumlu, TiyatrOPS’un yeni sahnesinde oynadığı “Yorgun Cümleler Günlüğü” adlı tek kişilik oyunla seyirciyi ‘mış gibi yapanlar’ gezegeninde bir saatlik yolculuğa çıkarıyor
“Hadi birlikte ciyaklayalım”. Bir saatin sonunda “Yorgun Cümleler Günlüğü”nden ayrılırken beynimde en çok yankılanan cümle buydu. Belki yorgun cümlelerin en yorgun olmayanı, en vazgeçmemiş olanı, en insanı aksiyona çağıranı gibi geldiğinden. Belki içinden çıktığım bu sürreel, bu fantastik ve acımasızca gerçek dünyayı bir ciyaklama eylemi güzel tamamlayacağından, bilemiyorum. Bildiğim, akılda kalıcı, düşündürücü bir altmış dakikaydı.
Kapı açılıp karanlık salona girdiğimizde ortada iki yarımdan oluşan, bir birleşip bir ayrılan alışveriş arabasının üstünde oturmuş bir adam bekliyordu bizi. Müzikle beraber kalkıp dans etmeye başladı. Çok eğleniyor’muş’ gibi, keyfi çok yerinde’ymiş’ gibi, hayatı dolu dolu yaşıyor’muş’ gibi.
Hamam böceği ordusu
Ve ‘mış gibi’ yapanlar gezegenine dair ilk hikâyesini anlatmaya başladı sonra. Bir hamam böceği ordusunu terbiye etmeye etmeyi kafaya koymuş ve en nihayet onları eve geldiğinde terliklerini getirecek, omlet, salata gibi basit yemekleri yapabilecek bir hizmetkârlar kolonisine
“Kimi zaman insanda ‘hayvanca’ bir zalimlik olduğundan dem vurulur ama hayvanlara yapılan korkunç bir haksızlık, bir hakarettir bu. Bir hayvan asla insan gibi zalim olamaz; böylesine ustalıklı, böylesine sanatsal bir zalimlik insanda olur sadece”.
Dostoyevski’nin bu sözünü, Silivri Canları’nın Instagram’daki sayfasında gördüm dün. Ülkemizde gittikçe sıklaşan toplu katliamlardan birinin daha kurbanlarının, hepimizin gözü önünde can çekişerek ölen Ankara Batıkent köpeklerinin ardından yazılmıştı ve gerçekten edine edine kötülüğü ‘sanat’ edinmiş bir türün acıklı hali daha iyi ifade edilemezdi. Aklın var, kalbin var, bir sürü yeteneğin var, bu dünyaya kazık kakamayacağının, ölümlü olduğunun bilincindesin, şu sınırlı vaktinde vicdanlı olabilirsin, şefkatli olabilirsin, birilerine faydan dokunsun diye uğraşabilirsin, öldürmeyip yaşatabilirsin ama hayır, sen kötü olmayı tercih ediyorsun. Hem de sana hiçbir zararı dokunmadığı gibi bir de üstüne güvenen, karnını doyuracağına inanan canlıların önüne yiyecek görünümlü zehir koyacak kadar kötü.
Böyle zamanlarda “İnsan yaşattığını yaşamadan ölmezmiş” cümlesinin doğru olmasını gönülden istiyorum ama bu olaya dair tek diyeceğim, biz artık
Aileden başlayarak bütün kurumların içinde olan biten pislikleri örtbas etme gerekçesidir: Adımız kirlenmesin. İçimizden biri aramızdan birini birilerini taciz mi etti? Aman duyulmasın. Çaldı çırptı, hırsızlık, ahlaksızlık mı etti? Büyük rezalet tabii de, duyulmasa bari. Şiddet, baskı, adaletsizlik kol mu geziyor? Gezsin, yeter ki duyulmasın.
Evet, işte o meşhur baş belası söz: “Kol kırılsın, yen içinde kalsın”. İçerisi leş gibi koksun, biz burnumuzu tıkayıp nefes almaya çalışalım ama dışarıdan mis gibi görünelim. O koku artık üstüne sıktığımız parfümler tarafından kapatılamayacak hale gelene kadar.
Bakınız 2016 yılından bir gazete başlığı: Ankara Üniversitesi’nde taciz depremi. Diyor ki “Ankara Üniversitesi’nde eğitim gören yabancı uyruklu öğrencinin şikâyeti sonrası Prof. Dr. H. B. hakkında soruşturma başlatıldı.”
Hatta soruşturmanın selameti için bir dekan görevden alınıyor o dönem. Fakat gerçek bir “deprem” meydana gelemiyor. Değişim programıyla gelen öğrenciye destek olan birkaç hoca çıksa da genel eğilim “Bölümün adının durduk yerde kirletilmemesi”nden yana oluyor ve hocanın ilk vukuatı olmadığı farklı kişilerce tekrarlansa da, olay örtbas ediliyor.
Ve biz geliyoruz 2019
Joseph Heller’ın İkinci Dünya Savaşı döneminde yazdığı kara komedi klasiği “Madde 22”, Semaver Kumpanya’da seyirciyle buluşuyor. Efsane Yosaryan karakterini Serkan Keskin canlandırıyor.
Yosaryan, edebiyat tarihinin en unutulmaz karakterlerinden biri. Alıntıları yazıldığı günden beri dilden dile dolaşıyor ve ne yazık ki her zaman güncel. İnsanoğlunun içinden savaşma hırsı ve yaşama isteği çıkmadıkça, yazılmasının üstünden altmış yıl geçen ve tek derdi hayatta kalmak olan Yosaryan’a da “Aman ne demode karakter” diyebilmek mümkün olmayacak. Her zaman birileri bizi öldürmeye, biz de ölmemeye çalışıyor olacağız çünkü.
Tam da bu nedenle 20. yüzyılın en önemli savaş karşıtı romanlarından birinin, Joseph Heller’ın kendi İkinci Dünya Savaşı deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı “Madde 22/Catch 22”nin kahramanı olmakla kalmadı, sinemanın da, tiyatronun da konusu oldu. 1970’te Mike Nichols’un yönettiği filmde Alan Arkin oynadı Yosaryan’ı. Yine Heller’ın kaleme aldığı sahne uyarlaması birçok ülkede sahnelendi. En son mayısta başlayacak George Clooney’li mini dizide Christopher Abbott oynuyor. Türkiye sahnelerinde ise Serkan Keskin. Zaten bu yazının konusu da Semaver Kumpanya’nın Işıl Kasapoğlu
Gerçek bir “fan” sayılmasam da, dizi tarihimize imzasını atmış nevi şahsına münhasır işlerden “Behzat Ç.”yi seven, zamanında sık sık siyasilerin, RTÜK’ün, o da olmazsa Yeşilay’ın hışmına uğramasından son derece mutsuz olanlardan biriydim ben.
Çünkü bir sürü defosuyla beraber vicdanı da olan başkomiser karakteriyle gayet sahici bir dünya kuruyor ve bir yandan polisiye bir macerayı götürürken, diğer yandan ince ince pek çok eleştiride bulunabiliyordu. Kayıp oğlunu arayan Kürt annenin feryadına yer verdiği bölümün sosyal medyada nasıl yankı bulduğunu hiç unutmam mesela. Finalde çalan Bandista şarkısını da.
Ya da ne bileyim, Savcı Esra’nın (Canan Ergüder) Behzat’a (Erdal Beşikçioğlu) “Dünyanın ekseni kaydı, 12 santim yerinden oynadı, sen bana bir santim yaklaşmadın” dediği, “Biz senle mutsuz oluruz” cevabını “Olalım ne var, biz de mutsuz oluruz, ben seninle mutsuzluğa da varım” diye geri püskürttüğü efsane sahne benim de unutulmazlarımdandır.
Ama işte her güzel şey gibi o da bitti bir gün. Çok da özlendi. Belki “Şimdi devam ediyor olsa şu konuyu da işler miydi acaba?” diye gönlümüzden geçirdiğimiz anlar oldu. Geri dönüşü güzel bir hayaldi ve şimdi gerçek oluyor gibi görünüyor. BluTV
İran’ın isyankâr şairi Furuğ Ferruhzad’ın nefesi, tiyatro sahnesinden seyirciye ulaşıyor. Kısacık hayatıyla şiirinin iç içe geçtiği “Yaralarım Aşktandır”da Furuğ’u Nazan Kesal canlandırıyor.
“Ben çıplağım çıplağım çıplak
Sevgi sözcükleri arasındaki durgunluk kadar çıplak.
Ve tüm yaralarım benim aşktandır aşktandır aşktan.
Ey şiir ey kan emen tanrıça
Ne zamandır fısıldamıyorsun
Bilemezsin bencilliğinle sen neler neler yaptın
Sevdanı kalbine koyunca onu her şeyinden koparıp attın
Bazı konular her şeyden; aklınıza gelen - gelmeyen her türlü mühim mevzudan daha acil oluyor. Hiç beklemeye, gecikmeye, ertelemeye gelmiyor. Bir çocuğun hayatı gibi mesela. Yeni yıla girerken yaşıtları Noel Baba’dan bebek, top, bisiklet falan isterken “artık iğne olmamak için donör”, bir de şeker isteyen dört yaşındaki Öykü gibi.
Öykü Arin, 2018 yılında lösemi teşhisi konmuş bir çocuğumuz. İlik nakli bekleyen dört binden fazla hastadan biri ama onun farkı, hepimizin kendisini tanıyor oluşu. Çünkü annesi Eylem Şen’in arkadaşları çok etkili bir kampanya başlattı, “Öykü Arin’e Umut Ol” adıyla bir hesap açtılar, aynı etiketle paylaşımlar yapmaya başladılar ve bir süre sonra ailenin de aktif katılımıyla hem Türkiye’nin dört bir yanına hem de dünyanın 12 ülkesine ulaştılar.
Amaçları hem göz bebekleri Öykü’lerine yüzde yüz uyacak bir donör bularak onun hayata tutunmasını sağlamak hem de tüm lösemi hastaları için toplumda ciddi bir dönüşüm yaratmaktı. İnsanlar kök hücre bağışına, ilik nakline dair bilgi sahibi olsunlar, bu kadar basit bir adımla bir insanı hayata bağlayabilecekken bundan kaçınmasınlar, birbirlerine umut olmaktan vazgeçmesinler, buydu kampanyanın niyeti.
Neyse ki hala iyi
Siz o kendini Tarsus’ta adliye koridorlarında yerlere atan annenin çığlığını duydunuz mu? “Nasıl bir adalet bu?” diye haykırıyordu, “Nasıl bir adalet?”. Ciğeri sökülür gibi çıkıyordu sesi. Ciğeri sökülüyordu da zaten, insan çocuğu istismara uğrar da adalet bir türlü yerini bulmazsa nasıl hissederse, nasıl isyan ederse öyle.
Peki, siz 12 yaşındayken istismara uğradığını söyleyen, artık lise öğrencisi olan E.S’nin ifadesini okudunuz mu? “Yaşıtlarım şu anda okulunda sınava girerken ben adliye salonlarında adalet arıyorum. Eğer adaletin tecelli etmesi için benim ölmem gerekiyorsa biri bunu bana açıkça söylesin.” diyordu. Bir çocuğa bunu söyletmeyi başarmıştık el birliğiyle.
Denemiş çünkü her yolu. Susmayı denemiş önce, başta kimselere diyememiş. İçine atmış. Hastalanmış.
İntiharı denemiş sonra, hem de bir, iki değil, üç kez.
Konuşmayı denemiş en sonunda. Çocuğun halinin hal olmadığını fark eden rehber öğretmene açılmış güvenip. Adana’da dört yıl önce olan olaya dair mide bulandıran detayları burada tekrarlamayacağım, merak edenler için internette mevcut. Bilinmesi gereken, çocuk yaz tatilinde Adana’daki bir camide gittiği kuran kursunda istismara uğradığını söylüyor, failin de aynı