13 yaşındaydım, onunla tanıştığımda. Onyedi diye bir gençlik dergisi çıkıyordu, annemlerin gözünde benim yaşımın dergisi değildi, ben bayılıyordum, gizli gizli okuyordum. En çok da açılış sayfasındaki güzel gülüşlü “abla”nın yazısını. Kendisine abla densin ister miydi, sanmıyorum ama öyle bir okuyanla sohbet eder üslubu vardı ki, yazardan ziyade akrabalık ilişkisi kurduğumu söyleyebilirim kendisiyle; Duygu Asena.
Tez zamanda Kadınca’ya terfi ettim, ardından “Kadının Adı Yok”u okudum ve bir daha iflah olmadım. Şahane bir uyumsuz kadın kuşağının yetişmesine vesile oldu bence Duygu Asena. Çevremizde gördüğümüz modeli sorgulamayı öğretti çünkü. Bin tane feminist teori kitabına bedel, yalın ve net cümlelerle. Evet, neden mesela annemle babam beraberce işten eve geliyorlardı da birisi televizyonun karşısına, diğeri mutfağa geçiyordu? Erkekler daha mı çok yoruluyordu? Kadınlar çok mu bayılıyordu ev işi yapmaya? Kim karar vermişti bu düzeni böyle kurmaya? Peki, böyle devam etmek zorunda mıydı?
Takdir edersiniz ki bu bilmiş sorularla insanların hayatlarına çomak sokmaya çalıştığın için çok da sempatiyle karşılanmıyorsun. “Fikirlerini kendine sakla” cümlesini duyuyorsun sık sık. Ama Duygu
Bergüzar Korel’in ilk kez tiyatro sahnesine çıktığı Craft Tiyatro yapımı “Kızlar ve Oğlanlar”, izlemesi de oynaması da zorlu bir deneyim olan, etkileyici, demir leblebi gibi bir oyun
“İnsanların en temel özelliklerinden biri şiddet. Şiddeti anlamadan bizi de anlayamaz kimse. İneklerin mesela vahşi bir yaşamları var mı, yok. Eğer biri gelip onları yemeye kalkmıyorsa tabii. Evet, etobur hayvanlar bile -tamam, avlanıyor, kaçıyorlar, kovalıyorlar ama savaşmıyorlar. Birbirlerine işkence yapmıyorlar.”
Sarsıcı bir gerçek değil mi? Biz insan olarak “şiddeti”, “vahşeti” hayvanlara ait özelliklermiş gibi düşünmeye meyilliyiz oysa. Ama insandan daha vahşi, insandan daha ürkütücü bir canlı yaşamıyor doğada. Kendini tehlikede hissetmediği sürece hiçbir hayvan diğerine saldırmıyor ya da yemeyeceği canlıyı öldürmüyor, en vahşisi bile yavrulara karşı bizim kadar acımasız değil. Toplu katliamlar, alıp tüfeği okulları taramalar, canlı bombalar, hepsi pek övündüğümüz insan aklının ürünü. Gözümüzün içine sık sık nemlenen ama hep ışıldayan ve gülümseyen gözlerle bakan genç kadın haklı galiba; “Şiddeti anlamadan bizi de anlayamaz kimse”.
Kader nereye götürürse
Yerde kırmızı bir halı, karşıda gri bir
“Kadınların doğumdan ölüme kadar şiddet ve ayrımcılığa maruz kaldığı maalesef acı bir gerçektir. (...) Bizim bu açıklamayı yaptığımız anda bile dünyanın her yerinde binlerce kadın eşlerinden, babalarından dayak yiyor, hakarete maruz kalıyor, tecavüze uğruyor, hatta öldürülüyorlar. (...) Her üç kadından biri dövülüyor, cinsel ilişkiye zorlanıyor ya da taciz ediliyor. Kadın cinayet kurbanlarının yüzde 70’i erkek partnerleri tarafından öldürülüyor...”
Alıntı yaptığım bu metin, 2008 yılında şiddet gördüğü için boşanmak istediği kocası tarafından sokak ortasında öldürülen Fatma Babatlı’nın ardından yazılmıştı. 35 yaşında ve yedi çocuk annesiydi Fatma Babatlı, kocası Süleyman Babatlı hakkında neye yaradığı bilinemeyen bir evden uzaklaştırma kararı vardı. Bütün haberlerde altı çizildiği gibi “psikolojik sorunları vardı”. Bunu yazan arkadaşlara hep sormak istemişimdir: On yedi yaşında evlendirilip on sekiz yıl dayak yedikten sonra canına tak edip ayrılmak isteyen bir kadının değil de onu kurşunlayan kocanın “psikolojik sorunlarından” söz ederken hiç elleri titremez mi? Nasıl bir ezberdir bu?
Fatma Babatlı’nın annesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar taşıdı olayı, AİHM Babatlı’nın
Eurovision epeydir bizim için ailece bir cumartesi akşamını ekran başında geçirip heyecanlanma umutlanma hüsrana uğrama ya da sevinme vesilesi değil. İçinde olmadığımız için neredeyse gelip geçtiğini bile fark etmiyoruz.
Bu sefer öyle olmadı ama. Bu sefer İsrail’de yapılan Eurovision Şarkı Yarışması Finali, bir Madonna’nın sahne şovu ve şok edici bir gelişme olan “yaşlanması” ile bir de yarışmada İzlanda’yı temsil eden Hatari grubunun puanlar verilirken açtığı Filistin bayraklı atkılarla bütün hafta sonuna damgasını vurdu.
Madonna konusunda denecek fazla bir şey yok, yirmi yaşındaki kadar çevik değil diye evde oturup torunlarına patik örmesini beklemiyorsunuz herhalde. Madonna her daim Madonna, yeni albümü “Madame X”in turnesiyle dünyayı gezmeye hazırlanıyor ve dua edin hepimizin altmışları onunki gibi olsun. Yetti bu “Aman Allahım o da yaşlanmış, ortalarda dolaşmayaydı da görmez olaydık bu halini” temalı yaş faşizmi.
Bu arada Madonna’nın da sahneye el ele çıkan dansçılarının birinin kostümünün arkasında Filistin, diğerininkinde İsrail bayrağı yer aldığını belirtelim. Mesajını vermekten de geri durmadı yani.
İzlandalı Hatari grubunun tavrı ise daha belirgindi. Dolayısıyla aldıkları
Sanırım artık Hümeyra sevenler olarak şunu kabul etmemiz gerekiyor: Çok büyük bir mucize olmadıkça (o da nedir bilmiyorum) onu şarkı söylerken izleyemeyeceğiz artık. Kapatmış o defteri ve bundan mutsuz da değil. Belli ki yetmiş ona, birçok ilke imza attığı, şana şöhrete doyduğu müzik yılları.
Bize yetmemişse de elimizde plaklar var, kayıtlar var, “Sessiz Gemi”yi döne döne dinlemekle yetinmeyip araştırırsak keşfedeceğimiz bir dolu şarkısı olduğuna eminim. Zamanında kadri kıymeti az bilinen “Benim Şarkılarım” albümü plak olarak yayınlandı, ondan ve tabii şahane “Beyhude”den başlamanızı öneririm kazıya.
Galiba öyle uzayıp giden 180 dakikadan 58 bölümlük bir dizide izlememiz de çok mümkün olmayacak kendisini. Yorulmuş, sıkılmış, bezmiş görünüyor. Umudumuz dijital platformlarda tabii. Mesela ben “Şahsiyet”te ikisinin alıp götürdüğü bölümü izlediğimden beri Haluk Bilginer ile Hümeyra’yı birlikte izleyeceğimiz yeni bir işin hayalini kurmaktayım. Oyunculuk deyiniz, yıldız ışığı deyiniz, karizma deyiniz, böyle bir şey. Seyirciye armağan gibi bir bölümdü, neden yine olmasın?
Peki, müzik yok, dizi yok, yıllarını geçirdiği tiyatro sahnesi yok, ne yapacağız? Tabii ki Çağan Irmak gibi onun
Dün sosyal medyadaki anne paylaşımlarına baktım uzun uzun. Özel günler böyle geçiyor artık, Instagram’da. Bunun annesi hayatta ya da sağlıklı olmayan çocuklar, çocuğunu kaybetmiş anneler için nasıl bir üzüntü kaynağı olduğunu düşünmeyi
bir başka güne bırakalım, biz bugünün kutlamalarına dönelim.
Ne yapıyor insanlar, annelerinin en güzel fotoğraflarını paylaşıyorlar, onu onore etmek, güzel sözlerle anmak istiyorlar. Ama genel vurgu hep “cefakâr”lık hep “fedakârlık üstüne. Hayatta en kıymetlimiz olduğunu söylediğimiz annemizi tam da en mutlu etmek istediğimiz günde ona yakıştırdığımız sıfatlar bunlar. “Cefakâr anam, fedakâr anam”.
Annem ne harika bir hayat sürdü, gezdi, eğlendi, sefa sürdü, yok. Çok başarılı bir uçak mühendisiydi, üstün zekâlı bir fizikçiydi diye de övünmüyoruz annelerimizle pek. Onun takdir edilecek özellikleri hep bizim için yaptıkları. Bizim ve muhtemelen erkek olduğu için pek çok sorumluluktan azade olarak dünyaya gelen babamız için. Yoktan var eden, saçını süpürge eden, kahrımızı çeken, evi çekip çeviren, yemeyip yediren, giymeyip giydiren... Böyle bir şey anne. Hayata bunun için gelmiş adeta. Cefa çekip fedakârlık yapmak, kendi isteklerinden feragat etmek, bir
Farklı yaş ve sınıflardan yedi kadın, görüp de görmezden, bilip de bilmezden gelinen bir sırrın etrafında toplanıyor. “Lal Hayal”de bütün bu kadınları başarıyla canlandıran Songül Öden’i izliyoruz
Zümrüt, 70 yaşlarında bir Nişantaşı hanımefendisi. Elit semtlerini istila eden ‘dışarlıklılar’dan şikâyetçi. Birini tanımak için ilk sorusu “Kimlerdensiniz?” Gözünün bebeği cerrah oğlu Cihan’ın parmağına yüzüğü takma “şans”ına erişen kadına; Lal’e de sorduğu gibi.
Safo, 16 yaşında bir hiphop’çı, Lal’in okul arkadaşı. Safire olan adını Safo yapmış. “Dans edersen seni öldürürüm” diyormuş abisi. Neyse ki askerde. Askerden dönünce evlendirecekmiş annesi Safo’yu. “Balkondan atlar öldürürüm kendimi” diyor, “erkek doğmak varmış”.
Elmas, Lal’in çocukluğundaki komşusu. Üst katta kıyamet koptuğunu duymuş da çıkmamış. Karı koca arasına girilir mi? Lal’in annesi, gözü hep mor gezermiş mahalledeki kadınların çoğu gibi. “Bacım” diyor, “buradaki kadınlar bilmiyor ki bir olmazsan bir bir gidersin”.
‘Erkektir, vurur’
Firuze, Sütlüceli bir kuaför. Hayırsız kocası Almanya’ya gitmiş, gidiş o gidiş. Çocuğuyla kalmış bir başına. Lal’in annesini genç kızlığından tanıyor. Gelin başını o taramış.
İnci, kadın doğum
Daha bir hafta önce, çocuk istismarlarında ailenin rolüyle ilgili konuşmuştuk değil mi? Cezalar caydırıcı olabilir miydi, yoksa mesele ailede mi bitiyordu? Konu “çocuğa sahip çıkarak”, onu göz önünden ayırmayarak, kapı önüne bile çıkartmayarak çözülür müydü?
Bu sık sık karşımıza çıkan ve yaşanan örneklerle de kendisini çürüten bir argüman. Geçen hafta mesela, iki sene önce çocuk taciziyle suçlanıp serbest bırakılan bir adamın bunu tekrar edip yakalanmasıydı örnek. O süreçte ilk taciz ettiği çocuk kalp krizi geçirip ölmüş, bilinen iki çocuk daha kurbanları arasına katılmıştı. Kim bilir aralarda fark edilmeyen, dile getirilmeyen neler yaşandı.
Çünkü çok iyi bildiğimiz gibi, her çocuk başına geleni anlatma gücünü ve cesaretini bulamıyor. Daha kötüsü, anlattığında karşısında ona kayıtsız şartsız inanan bir anne baba bulamayabiliyor. Tabii en fenası da zaten tacizci ailenin içinden biri olabiliyor. Yine aslında biliyoruz ki bu olasılık hayli yüksek ve maalesef “Bizde ensest olmaz efendim, iftira atmayın milletimize” yaklaşımıyla çözülmek şöyle dursun, daha da kangren haline geliyor mesele.
Düşünün ki çocuklarımızı çaresiz bırakıp, “Öleyim de hepiniz kurtulun” diyecek hale getiriyoruz. Bu