Birine, bir partiye, bir siyasetçiye, bir ideolojiye kızgın mısınız? Ondan sıkı bir intikam almanın çok kolay bir yolu var. Çekim yapabilen bir cep telefonuna sahip olmanız yeterli. Tabii bir de vicdandan, utanma duygusundan yoksun olmanız. Sonra çok başarılı ve inandırıcı olmasına da gerek olmayan bir kurgu yaparsınız, bir video çeker internete yüklersiniz, olur biter.
Dün sosyal medyada cirit atmaya başlayan “mülteciye işkence” videosunu görmüş olmalısınız. Güya Afyon’da bir ev, iki tane ne idüğü belirsiz adam elinde kemerle Afgan mültecilere vuruyor, galiz küfürler ediyor ve zorla “Atatürk” dedirtiyor, elleriyle “Altı ok” yaptırıyor. Oluyor size nur topu gibi bir “CHP’liler mültecilere işkence ediyor” videosu. Bir sürü insan da buna inanıyor, CHP’ye veryansın ediyor.
Allah aşkına bir dakika düşünelim, bu adamlar gerçekten CHP’li olabilir mi? İnsan inandığı, sevdiği birini, diyelim bu örnekte Atatürk’ü bir işkence unsuru olarak kullanıp böyle beşinci sınıf bir korku filmi çekip piyasaya sürer mi?
Ama çok şükür artık neyin yalan neyin gerçek olduğunu düşünmek demode bir alışkanlığa dönüştüğü için sen yapıyorsun, oluyor. Ciddiye alınacak tarafı da yok, çamur atacaksın, izi kalacak, o
Tiyatro Hemhal’in ikinci oyunu “Tırnak İçinde Hizmetçiler”, parlak metni ve iki iyi oyuncusuyla bu sezonun en yaratıcı işlerinden biri
Abba’nın “Dancing Queen”i eşliğinde giriyoruz salona. Biz yerlerimizi bulurken, üzerinde parlak bir kombinezon olan genç bir kadın orta yerde dans etmekte. Etrafı toparlamakta olan hizmetçiye işaretle verdiği buyruklardan anlıyoruz, evin hanımı o. Kenarda askılarda asılı elbiseler var, soyunma odası burası hanımın. Eşyaların çoğu siyah zemine tebeşirle yazılmış veya çizilmiş durumda. Şurada “komodin” yazıyor, burada “ayna”, hatta şuralarda da “tükürük”ler. Tüküre tüküre temizliyor ortalığı hizmetçi. Hassas midesi kalkıyor hanımın.
Müzik susuyor, oyun başlıyor. Hanımefendi ile hizmetçi arasındaki; iktidar sahibi ile ezilen arasındaki inişli çıkışlı denge oyunu. Hanımefendinin hizmetçiyi hor gördüğü, alaya aldığı, hizmetçinin hepsini sineye çekip hanımının gözünün içine bakarken bir an ayağının tökezlemesi için fırsat kolladığı acımasız oyun.
Cinayetten esinleniyor
Aralarındaki söz düellosu kıyasıya devam eder, gerilim tırmanırken zil çalar, oyun biter. Aynı hanıma hizmet eden iki kız kardeşle; Claire ve Solange ile baş başa kalırız. Hanım evde yokken
İstanbul’un Adalar kadar kıymetli bir hazineye sahip olup bunun nasıl bu kadar kötü değerlendirildiğini hiç anlamamışımdır. Normalde en fazla bir saatlik vapur yolculuğuyla ulaşabildiğin bir cennet parçasında yaz kış cıvıl cıvıl hayat olması gerekirdi. Çünkü bu trafikte kara yoluyla ulaşabileceğimiz pek çok yerden daha yakın, Adalar bize aslında. Neden daha fazla yararlanmayalım?
Hemen cevap veriyorum, çünkü gitmesi ayrı, kalması ayrı, dönmesi ayrı dert. Ben işe bir kutlama vesilesiyle Burgazada’da geçirilecek iki güne niyet etmekle başladım. Pazar akşamı denize nazır bir yemek yenilecek, sonrasında kalmak isteyen kalacak, dönmek isteyen dönecekti. Bu kadar basit. Evdeki hesap vapur motor seferleri tarifesine bakmayı akıl ettiğimiz noktada çarşıya uymamaya başladı.
Özellikle Burgaz, mümkünse az gidilsin, gidilince dönülmesin diye düşünülmüş bir ada. Avrupa yakasındaysan hele, işin epey zor. Beşiktaş’tan Şehir Hatları sefer sayısı bir pazar gününde toplam dört adet mesela. Kabataş, aşağı yukarı öyle. Eminönü’nden Kadıköy’e uğrayarak Burgazada’ya giden biraz daha fazla vapur var. Bostancı’dan da Mavi Marmara motor seferleri mevcut.
Neyse, gidiş koşulları da şahane, kolay değil ama asıl
Geçen hafta vicdanı olan herkesin ortak derdi, İstanbul Küçükçekmece’de beş yaşında bir çocuğun uğradığı istismardı. Maalesef ne ilk ne de korkarım ki sondu, üzücü olsa da kabul etmemiz lazım, böyle bir gündemimiz var Türkiye’de. Çok üzücü, geleceğe dair çok umut kırıcı.
Bizler bu şehirde annemiz pencereden seslendiğinde cevap verecek uzaklıkta olmak kaydıyla bütün gün sokakta oynayarak büyümüş çocuklarız. Gönül isterdi ki bizden sonrakiler de aynı özgürlüğü, aynı rahatlığı yaşayabilsin. Hangi köşe başından bir sapık çıkacak diye korkmayalım çocukları sokağa salarken. Olmadı, olamadı.
Ama çözümün “Madem böyle bir ülke haline geldik,
o zaman çocukları eteğimizden ayırmayalım” şeklinde çözülmeyeceği de açık. Nasıl çözülecek? Yasalar buna asla göz yummayacak, çocuğun beyanına yüzde yüz inanacak, hiçbir çocuk istismarcısının cezası hiçbir sebeple hafifletilmeyecek, tacizciler, tecavüzcüler sokaklarda el kol sallayarak gezmeyecek, öyle olacak.
Tabii aklıma ilk olarak aile içi tacizler, bizzat ev içinde yaşananlar, çok güvenilen komşu amcalar, dayılar geldi ama zaten tam da aynı gün öyle bir haber düştü ki ajanslara, üstüne söylenecek söz kalmadı. DHA’nın haberinden aktarıyorum: Muğla’da
Ülkenin birinde adamın biri metrobüste bir kadını taciz ediyor. Öyle “Acaba yanlış mı hissediyorum, bu adam fazla mı yakın duruyor bu herif?” denecek gibi falan değil, yaka paça aşağı indirildiğinde pantolonu sırılsıklam. Kadın utanıp susmak yerine adamı ifşa etmeyi başaranlardan. Videoda avaz avaz “Ben susmayacağım, sen utanacaksın” diye yükselen sesi kulaklara çakılıp kalacak eminim.
Ama şu gerçek de çakılıp kalacak: Biz, şehirlerarası otobüslerde muavinlerin, toplu taşıma araçlarında tahrik olmaya hazır dolaşan erkeklerin bozulan niyetlerini rahatça hayata geçirebildiği bir ülkede yaşamaya alışmaya başladık. Kimse şok geçirmiyor, kimsenin dili tutulmuyor, pantolonu ıslak adamı iki kolundan tutan erkekler mesela, gayet sakinler. Hatta o kadın sesi titreyerek haykırırken “Sakin olun “ diyen var. Neden olsun, olmasın. Sen de olma mümkünse.
Bu rezil görüntüler sosyal medyada dolanıyor ve beraberinde neler konuşuluyor dersiniz? Evet, tabii ki “Bir kez daha gördük ki kadınlara ayrı vagon şart” korosu ses verdi ama onlara “Bir kez daha anladık ki erkeklerin uçkuruna sahip olmayı öğrenmesi şart” demekle yetinip başka bir konudan söz etmek istiyorum bu kez: Sosyal medyada esen “sapığın
Sivas katliamının üstünden geçti yirmi beş yıl. O yıl doğan çocuklar büyüdüler koca adam oldular. Belki o dehşetin ne demek olduğunu tam da bilmiyorlar, bir ülkede insanların bir otele kapatılıp diri diri yakılmasının, alevlerin karşısında birilerinin seyirci kalıp birilerinin de “Yakın yakın” diye tezahürat yapmasının o toplumda nasıl kapanmayacak yaralar açtığının farkında değiller.
Onlara masal gibi geliyor belki, zamanın birinde, uzak bir diyarda geçen korku dolu bir masal. Orada insanlığın nasıl önemli bir sınavdan geçemeyip sınıfta kaldığına tanık olmadılar. Ve her şeyin nasıl küçücük bir provokasyona baktığına. Bir minik kıvılcımın koca bir yangına dönüşmesinin an meselesi olduğuna.
Unutulacak şey değildir, bu ülke vicdanının en kara sayfalarından biridir Madımak, ateşi de hala yürekleri dağlamaktadır, bunu bilemediler belki. Böyle bir yangından “kazanarak çıkan” olmadığından haberdar değiller.
O zaman anlayamazlar çünkü, biz o günü görmüş, yaşamış olanlar, dün nasıl yüreğimiz ağzımıza gelerek izledik, şehit cenazesine katılan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na kalkan yumruk ve tekmeleri. Zar zor ellerinden kurtarılarak götürüldüğü yakındaki evin etrafını saran öfkeden
Bir İstanbul Film Festivali’ni daha uğurladık. Dün ödüller sahiplerini buldu ve en çok sahneye çağrılanlar, “Kız Kardeşler” ekibi oldu. Emin Alper en iyi yönetmen, Giorgos-Nikos Papaioannou en iyi müzik ödüllerini aldı. Filmin birbirinden parlak üç genç oyuncusu Cemre Ebüzziya, Ece Yüksel ve Helin Kandemir tam hayal ettiğim gibi en iyi kadın oyuncu ödülünü paylaştılar. Ve en nihayetinde “Kız Kardeşler” en iyi film seçilerek büyük ödülün de sahibi oldu.
Dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışarak yapan “Kız Kardeşler”in ikinci durağıydı, İstanbul Film Festivali. Ve tabii Türkiyeli izleyiciyle ilk buluşması. Benim için de sahiden ayrı bir yeri oldu filmin. Sevip beğendiğim ama filmlerinde kadınlara pek de bir yer bulamamasından mutsuz olduğum bir yönetmenden üç kadın karakteri odağına alan bir hikâye izlemiş oldum bir kere. Konu açıldığında “Bir filme kadın hikâyesi - erkek hikâyesi diye bakmayalım” demek âdetten olsa da, bana göre sinemamızın önemli eksikliklerinden biri bu, çünkü. Ben de bir kadın olarak sadece erkeklerden oluşan bir dünya izlemek istemiyorum, sinema salonuna her girdiğimde. Hatta erkekler de izlemese iyi olur diye düşünüyorum.
Dolayısıyla,
Bazen bir küçücük kıvılcım nasıl kocaman bir şenlik ateşi yakabiliyor. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde her yıl düzenlenen Bahar Şenliği’nin 33.’sünün iptal edildiğine dair rektörlük açıklaması mesela, tam da bunu yaptı, bir bayram havası yarattı.
Cümlede bir çelişki var farkındayım, şenlik iptalinden nasıl bayram çıkabilir? Alışılagelmiş tepki, protesto ve öfke cümlelerinin yerine mizahı koyarak ve somut, yapıcı öneriler getirerek. Açıklamada “Üniversitemizin mevcut teknik ve idari olanaklarıyla gerçekleştirilmesi mümkün olmadığından” ibaresi mi kullanılmış iptal gerekçesi olarak, bu gerekçeyi bertaraf edecek fikirler ortaya atarak.
Süreç şöyle işledi: “ODTÜ Bahar Şenliği iptal edildi” haberiyle birlikte, twiter’da derhal bir “ŞenliğineSahipÇık” etiketi peydah oldu ve muhtemelen pek çok koldan eş zamanlı olarak “Olanak yoksa biz varız” mesajları yağmaya başladı. Haluk Levent, Bulutsuzluk Özlemi, Aylin Aslım, Ogün Sanlısoy, Erdal Erzincan, Peyk, Bedük, Moğollar, Can Bonomo, Özge Fışkın, Gaye Su Akyol, Hayko Cepkin, Gülsin Onay, Büyük Ev Ablukada, Sabahat Akkiraz, Şevval Sam, Sıla, Athena, Mor ve Ötesi, Melike Demirağ, Ezhel herhangi bir bedel istemeden geleceğini söyleyen