Sahnede tek başına

24 Haziran 2019

Benim bir izleyici olarak tiyatroyla tanıştığım yıllarda, tek kişilik oyun çok nadir rastlanan bir şeydi. Sadece usta oyuncuların ‘cesaret ettiği’, oynaması da izlemesi de kolay sayılmayan bir şey. “Seyircinin dikkatini ilgisini bir - bir buçuk saat ayakta tutmak” diye bir kaygı vardı, bu da pek az oyuncunun harcıydı. Böyle inanıyorduk biz.

İşte mesela Genco Erkal ki kendisi zaten 1965 yılında “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni yapmaya “kalkışarak” deli damgası yemiş ve Türkiye’de tek kişilik oyun defterini açmış kişi. Ya da Müşfik ve Yıldız Kenter. Sonrasında kendi oyununu yazarak olaya farklı bir boyut ekleyen Ferhan Şensoy. İlerleyen yıllarda Uğur Polat, Sumru Yavrucuk. Son dönemde yine “Bir Delinin Hatıra Defteri”yle seyircisini kendine bağlayan Erdal Beşikçioğlu. İki elin parmaklarını geçmez (idi).

Şu anda durum ne derseniz, sanırım tek kişilik oyunu olmayana oyuncu denmiyor. Oturup saymaya çalıştım, çıkamadım işin içinden. Sırf bu yıl başlayan oyunlara baksak; Songül Öden’den Çağlar Çorumlu’ya, Bergüzar Korel’den Halil Babür’e, Selen Uçer’den Nazan Kesal’a, Deniz Karaoğlu’ndan Fadik Sevin Atasoy’a uzanan kabarık bir liste çıkıyor karşımıza. Son birkaç yıla bakarsak sayı 30’dan

Yazının Devamı

Toplum sağlığı açısından sakıncalı olan

20 Haziran 2019

Bu filmlere, dizilere atfedilen “özendirme” özelliği beni her gündeme geldiğinde hayrete düşürüyor. Öyle bir gençliğe sahibiz ki neye özeneceğini bilemiyor. Sigara görüyor, pakete uzanıyor, içki desen bardak görmesi yetiyor, küfür duyuyor, ağzını bozuyor. O yüzden sürekli bipler ve buzlamalar arasında izliyoruz her şeyi ki kimse bir şey anlamasın ve özenmesin.

Silaha özenmiyorlar ama mesela. Ya da özenseler de bir sakıncası yok ki buzlamaya gerek görmüyoruz. Şikâyetler de gelmiyor. Aileler de sarsılmıyor. Kimse kanalın kapısına da dayanmıyor. At, avrat, silah, şanımızdan. Kavga, dövüş, cinayet, işkence, bunlar hiç kötü etkilemiyor insanları.

Daha geçen hafta CHP Ankara milletvekili Gamze Taşcıer’in hazırladığı “Dizilerin Şiddet Karnesi”ni gördük. Sekiz dizinin birer bölümü incelenmiş ve sadece sekiz bölümde toplam 219 kez silah görünmüş ve ateşlenmiş. 23 sahnede kadına şiddet uygulanmış, bu sahnelerden dördü babanın kızına uyguladığı şiddetken, çok sayıda sahnede de erkeğin eşine yönelik şiddeti söz konusu. İşkence ve eziyete uğrayan, tecavüz edilmeye çalışılan, sandalyelere bağlanılan ve kafasına silah dayanan kadınların bulunduğu sahneler gani. Yine bu sekiz bölümün toplam 30

Yazının Devamı

Babalara her şey mübah

17 Haziran 2019

On üç yıldır Babalar Günü babasız olarak karşıladığım, dolayısıyla gelişini de sosyal medyadaki baba kız / baba oğul fotolarından pek de hoşnut olmayarak öğrendiğim bir gün. Elinde değil, durduk yerde bir eksiklik duygusuyla geçiriyorsun pazar gününü, eğer Babalar Günü indiriminden faydalanıp koşa koşa alışverişe gitmediysen.

Ben buna bir de baba paylaşımlarından fal tutmayı ekledim bu sefer. İnsanların babalarıyla ilgili söylediklerinden onlara dair fikir yürütmeye çalıştım. Çünkü Anneler Günü’nde yazılanlar üç aşağı beş yukarı birbirine benziyor. Annenin fedakâr ve cefakâr olanı, yemeyip yedireni makbul ve hayatta da olsa kaybetmiş de olsak anılmaya değer özellikleri bunlar.

Hâlbuki babalarla ilgili söylenenler çok daha çeşitli ve itiraf etmem gerekir ki çok daha renkli. İnsanın baba olası geliyor. Bir kere hepsi yakışıklı, dalyan gibi. Adeta “Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim” şiirini Can Yücel sadece kendi “Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” babası Hasan Ali Yücel için değil, bütün babalar için yazmış.

Zekiler sonra, tabii ki güçlüler, başarılılar. Çocukları üzerinden tarif edilmiyorlar, en önemli fark bu sanırım. O tek başına bir kale olarak orada bütün heybetiyle ve

Yazının Devamı

Çocuklarının katiline merhamet etmek

13 Haziran 2019

Siz ne düşündünüz bilmiyorum, benim ilk tepkim “Gebersin” oldu, haberi okuyunca. ABD Güney Carolina’da bir baba, yaşları bir ile sekiz arasında değişen beş çocuğunu öldürmüş. Bu maalesef gittikçe daha sık rastladığımız bir haber oldu. Ülkemiz için de çok nadir rastlanan bir olay değeri taşımıyor. Ve bizde çoğunlukla çözüm olarak idam cezasının gündeme gelmesine neden oluyor. Sallandıracağız üçünü beşini, bütün kötülükler son bulacak.

Halbuki hepimizin aslında tahmin edeceği gibi kendi çocuklarının hayatına son verebilen bir insanın sağlıklı bir ruha sahip olması mümkün değil. İdam cezası da buna -ve hiçbir suça- engelleyici bir çare olamaz. Olsa olsa intikam olur. Ve bir kere uygulanmaya başladı mı sonu gelmez. Herkesin vicdanında farklı bir suç idam cezasını hak ediyor olabilir.

Bu cinayet vakası o açıdan çok düşündürücü. Katilin eski karısı, ölen çocukların annesi Amber Kyzer mahkemede şahit olarak dinleniyor ve jüriden adama ‘merhamet etmelerini’, idam cezası vermemelerini istiyor.

İlk anda ne kadar şoke edici, değil mi? Bir anne nasıl böyle bir şey isteyebilir? Çocuklarını acımadan öldüren bir adamı nasıl affedebilir? O adamın hayatının ne gibi bir önemi olabilir? Dedim ya, ben

Yazının Devamı

Beni tek üzen şey

10 Haziran 2019

İnsan bir üzüntü samimiyet ve nezaketle ifade edildiği zaman utanıyor. Utanmalı yani. Diyelim ki sen birini kıracak, kızdıracak bir şey, bir kabalık, bir kötülük yaptın, yanlışlıkla değil bile bile yaptın üstelik ve o da küplere binip sana aynı; pekâlâ da hak ettiğin şekilde karşılık vermek yerine insan gibi duygularını ifade etmeyi seçti. Utanırsın sen de insansan. Fransa İstanbul Başkonsolosu Bertrand Butchwalter’ın şahsi Twitter hesabından temiz bir Türkçeyle yaptığı açıklamadan sonra olması gerektiği gibi mesela.

Görülüyor ki Butchwalter son derece dostane duygularla Türkiye - Fransa maçı öncesi Konya’ya gitmiş. “Maçtan önce Mevlana Müzesi’ni ziyaret etmek şart” yazmış, yetmemiş, ortama methiyeler düzmüş. İşte misafirperverlik gani, Türk taraftarlar Fransız taraftarlarla selfie çektirmekte. İnsanın bir spor müsabakasına yakışır anlar yaşanacağına inanası geliyor. Değil mi, neticede bu bir maçtır, meydan muharebesi değildir ve zaten biz de düşman değiliz, medeni ve yetişkin insanlarız.

Ama işte öyle olmuyor, bizim kendi dilini, dinini, ırkını, marşını, havasını, suyunu kutsal kabul edip başkalarınınkine dil uzatmakta zerre kadar sakınca görmeyen taraftarımız Fransız milli marşı

Yazının Devamı

Mesele sigarayla bitmiyor

6 Haziran 2019

Bilmiyorum sizin için de öyle mi; KOAH benim için kısa bir süre öncesine kadar Sağlık Bakanlığı’nın kamu spotundan tanıdığım, üzerine pek de kafa yormadığım bir hastalıktı. Çevremde yoktu, duymuyordum, ondan herhalde. Günde dört paket sigara içersen başına gelmesi muhtemel bir uzak tehlike gibiydi gözümde.

Son birkaç yıldır ise sık sık “Bende KOAH başlangıcı çıktı” cümlesini duyar oldum. Ne oldu, sigara içenlerin sayısı birdenbire beşe mi katlandı? Ya çocuklarda astımın ne kadar arttığının farkında mısınız mesela? Konunun sigara olamayacağı açık, bu konuda anne babalar da çocukların yanında sigara içmeme konusunda eskisinden çok daha bilinçli. Peki, ne oluyor da nefesimiz her geçen gün kesiliyor?

5 Haziran Dünya Çevre Günü vesilesiyle Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı rakamlar, meselenin doğrudan hava kirliliğiyle bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Bayram bayram canınızı sıkmak istemem ama dünyada yılda 7 milyon kişi hava kirliliği yüzünden ölüyor (Dakikada 13 kişi desek yeterince ürkütücü olur mu acaba?) ve Türkiye’nin havası da en “solunamaz” olan ülkeler arasında başı çekiyor. Avrupa’nın havası en kirli 10 şehir listesine sekiz şehir sokmayı başarmış durumdayız, öyle düşünün.

B

Yazının Devamı

Ezber bozan kutlama mesajı

3 Haziran 2019

Sosyal medya nasıl bir yer? Kişisel olarak tanımadığımız insanlara aklımızdan geçen bütün kötü şeyleri söyleyebileceğimiz bir yer. Muhtemelen hayatta konuşma fırsatımız olsa en fazla “Saygılar abi” düzeyinde olacak diyaloğumuzu orada “Çok şişmanlamışsın, az ye biraz, kalpten, kolesterolden gideceksin” ya da “Amma yaşlanmışsın, hala bikini giyiyorsun, selülitlerinden utan” gibi üzerimize hiç vazife olmayan konularda monolog aşamasına taşıyabiliyoruz.

Bir ikinci kullanım alanı da tabii ki kavga. Ama doğrudan iletişime girerek değil, laf sektirerek kavga. Tercihen de ayrıldığımız kişiyle. Bir zamanlar sevdiğimiz, bizi seven, hayatımızdaki muhtemelen en önemli insan olan, ele güne karşı birlikte bir cephe oluşturduğumuz kişiye olan öfkemizi dökme alanımız, sosyal medya. Hiç şaşırıyor muyuz mesela ünlü birileri instagram hesabından “Allah belanı versin, haram olsun sana verdiğim emekler” tarzı bir paylaşım yaptığında? Hayır, çok alışıldık bir durum bu. Ayrılık tam da böyle yaşanır. Beraber geçirilmiş bütün yılları, paylaşılmış bütün güzellikleri yalanlayarak ve bilhassa bunu tanımadığımız koskoca bir insan topluluğunun önünde yaparak.

Buna alışığız da, bir ayrılığı “Artık içimde ne öfke,

Yazının Devamı

Kadın yönetmenlerin filmi

30 Mayıs 2019

Sinemada kadının yeri sık sık konuşulur hale geldi artık. İyi ki de geldi, neyin ne olduğunun adının konulması en azından bir başlangıç çünkü. Geçen yıl Adana Film Festivali’nde uluslararası jüriden Justine Barda ve Ece Dizdar’ın sahneye çıkıp seçkide tek bir kadın yönetmen olmamasından duydukları hayal kırıklığını dile getirmeleri bir başlangıç mesela. Tıpkı Nicole Kidman’ın eşitsizlikle mücadele etmek için 18 ayda bir, bir kadın yönetmenle çalışmak için kendine söz verdiğini açıklaması gibi.

Konuşulması iyi bunların. “Kadın yönetmen/erkek yönetmen diye bir ayrım olamaz, yönetmen yönetmendir” diyecek lükse sahip olana kadar da konuşmaya devam etmemiz lazım. Bu açıdan önemli bir belgesel giriyor yarın gösterime: “Onun Filmi”. Yüksek lisans yaparken, akademik kariyeri seçmekteki sebeplerinin set ortamından çekinip korunaklı bir alanda kalma isteği olduğunu fark eden iki sinemacının, Su Baloğlu ve Merve Bozcu’nun ilk filmi. Kendilerine bunu itiraf ettikten sonra da hem kadın yönetmenlere sektörde neler yaşadıklarını soracakları hem de kendi ilk filmlerini yapma hikâyelerini seyirciyle paylaşacakları bir maceraya girişiyorlar.

Su Baloğlu sinemacı bir aileden geliyor; film de yıllarca

Yazının Devamı