Sanat dünyasına yön veren isimlerden Mustafa Oğuz’un anlattığı, Selin Ongun’un yazdığı “Yorma Birader”, aynı zamanda bir ‘neşeli’ Türkiye tarihi...
"Hayal kur, yarat, çalış, duruşun olsun, yorma, sev ve yaşa. İşte benim hayatım...” “Mustafa Oğuz Anlatıyor: Türkiye’nin Neşeli Günleri” alt başlıklı “Yorma Birader” (Doğan Kitap) adlı nehir söyleşi kitabından beklentim, ‘70’lerden itibaren Türkiye’nin sanat ve eğlence dünyasına yön vermiş, kitabın yazarı Selin Ongun’un tanımladığı gibi “sahnedekiler için ‘ünlü ve önemli’, sokaktakiler için şöhretli olmayan” ama hepimizin hayatına dokunmuş birinden o günlerin perde arkasını dinlemekti.
Tabii insanlık hali, çevresindeki ünlü isimlerden söz ederken cümlelerini filtreden geçirir, kendisini de biraz kayırır diye düşünmüştüm. Belki yapmıştır gene ama benim 300 sayfa boyunca hissettiğim, iki dostun sohbetine kulak kabartma duygusuydu. Üstelik konuştukları, benim
Bazen bir an oluyor, hatta şanslıysak şimdi anlatacağım gibi bütün bir akşam; insan kendisini tamamlanmış, aradığını bulmuş, zamanının çoğunu kaplayan saçma sapan gailelerden kurtulmuş hissediyor. Üstelik tek de değil, kendisi gibi hisseden binlerce insanla yan yana. “Şu an bu hiçbirini tanımadığım üç bin kişiyle aynı şeyleri hissediyorum, bu kim bilir hangi ırk, din ve inanıştan insanlardan oluşan bütünün bir parçasıyım, ait olduğum yer burası” diyorsun. Hep bir ağızdan, hem de bağırıp çağırmadan, önceden sözleşmiş gibi usul bir mırıltıyla “Sensiz dünya malı neylerim dostum” diye türkü havalandırmışsınız göğe doğru az önce, sizi ayıran ne olabilir?
Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda izlediğim ‘türkü müzikali’ “Gelin Tanış Olalım”, bu ve benzeri bir sürü duyguyla, çok coşkulu bir ruh haliyle yolladı beni Taksim’in kalabalığına. Hani az önce Fırat Tanış yanımızdaki -önümüzdeki- arkamızdaki tanımadığımız insana elimizi uzatıp “Merhaba” dememizi
Arabasına binen kadına “Mecbur muyum seni Kurtuluş’a götürmeye? Gitmiyorum, in arabadan” diye bağıran taksi şoförünün videosunu izlediniz mi? Hoş, İstanbul’da yaşayıp ara sıra da olsa taksi kullanan kimsenin yadırgamayacağı görüntülerdi. Taksiyi yolcunun gideceği değil kendi paşa gönlünün istediği yere giden araç zanneden, başka yere gitmek isteyeni azarlayıp aşağı atma hakkına sahip olduğuna inanan tipik bir taksi şoförü işte.
Burada farklı olan, kadının korkusuzca cep telefonuyla çekim yapmaya devam etmesi, kibarlığını - soğukkanlılığını hiç bozmazken şikâyetinde kararlı olmasıydı. En şaşırtıcısı da ardından gelen sürücünün belgesine el konarak meslekten men edildiği haberi oldu. Bazen eden buluyor gerçekten.
Buna karşılık ben, cumartesi gecesi Kadıköy’den Taksim’e dönmeye çalışırken aynı azim ve cesareti gösteremedim. Çünkü korktum. Taksi benim için zaten uzun süredir kendimi güvende hissetmediğim bir araç. Taksim Meydanı, Üsküdar İskelesi gibi bazı noktalardan zaten asla binmiyorum, oradan sorunsuz çıkma ihtimalin yok çünkü. Bunlara şimdi bir de Kadıköy Boğa heykelinin orada oluşan “durak” eklendi.
Peş peşe dizilmiş taksiciler, yolcuları neredeyse mülakatla seçecekler.
“Gezici restoran” Trata, her gün batımında Ayvalık ya da Cunda’nın farklı bir noktasına masa kurup yirmi kişiyi geçmeyen misafirlerini ağırlıyor.
Bu akşam yemeğe Trata’ya gidiyoruz” diyorum. Ardından gelen “Nerede o?” sorusuna verilecek cevabım yok ama. Rezervasyon yaptırdım ama henüz yer bildirilmedi. Saat 14.00’te cep telefonuma gelecek bir mesajla bu konuda bilgilendirileceğiz. O ana kadar tek bildiğimiz, Ayvalık ya da Cunda’nın pek de ayak basılmamış bir deniz kenarında, belki bir zeytin bahçesinde oturup gün batımını karşılayacağımız ve o gün denizden ne çıktıysa onları yiyeceğimiz.
Derken mesaj geliyor telefona, daha doğrusu konum. Randevumuz pek ayak basılmadık bir yerlerde olacağı için “Falanca sokaktan girin, sağa dönün, 5 numara, bakkalın yanı” gibi bir tarif yok elimizde. Kendimizi navigasyona teslim edip yola düşeceğiz. Saat 19.30 - 20.00 gibi bekleniyoruz. Gün batımına çeyrek kala.
‘Beyazlar giyin’
Birtakım yönlendirmeler de var mesajda, rahat ayakkabılar ve mümkünse beyazlar giymemiz gibi mesela. Ama beyazımız yoksa da kabulleri. Uzun kollu bir şeyler getirmemizi öneriyorlar, hava 30 derece, ama mesajı yollayanlar oraların meşhur imbatını bizden iyi biliyor şüphesiz.
Yıllar önce, yanlış hatırlamıyorsam Kurtuluş’un dar bir arka sokağında arabadaydım, direksiyonda. Karşıdan - girilmezden giren kazulet kadar bir cip geldi, yolumun ortasında durdu. Ben de haklı olmanın verdiği kararlılıkla karşısında durdum. Öyle ya, ters yönden gelen oydu, geri gidip yol vermesi gereken de o olmalıydı.
Fakat olması gereken olmadı, adam benim - ve de değil savunmasız görünen bir kadının, hayatta karşısına çıkan herkesin - kendisine yol vermesi gerektiğine inanan sayısız zorbadan biriydi. Aramızda geçen konuşmayı hatırlamıyorum. Sadece havanın kararmakta olduğunu, adamın fena halde tehditkâr baktığını hatırlıyorum. O güne kadar fıkra muamelesi yaptığım “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sorusunun gerçek hayatta kullanıldığına ilk kez şahit olduğumu da.
Gençliğin verdiği gözü karalık da bir yere kadar. Ben kulağımda babamın trafikte kimseyle tartışmamam gerektiğine, koltuğun altından bir levye çıkmasının an meselesi olduğuna dair öğüdü kulağımda, paşa paşa geri bastım, “kim olduğunu bilmediğim” adamın yolundan çekildim.
Korkum, uğradığım haksızlık duygusuna galip geldi özetle. Ve o duyguyu yıllar sonra bugün sosyal medyada ve televizyonda yayınlanan “yol verme
Hepimiz gündeme baktıkça kendimize ve birbirimize sorar olduk: Şiddet hep bu kadar yaygın mıydı ülkemizde, kadınlara çocuklara hayvanlara eziyet edenler hep bu kadar çok muydu, tacizler, tecavüzler, çocuk istismarları bu seviyedeydi de biz mi bilmiyorduk? Çoğalan nedir, özetle, şiddet olayları mı, yoksa sosyal medya yoluyla bizim bunlardan haberdar olma imkânımız mı?
Asıl soru bu mu olmalı peki? Öyle veya böyle, ama artarak ama aynı kalarak, şu an bulunduğumuz nokta belli. Ve bunu kanıksamaktayız daha fenası. Geçtiğimiz hafta Datça’da bulunduğumuz mekânda bakılan bir köpek vardı. Servis yapan arkadaş “Travmatik bir geçmişi var bu köpeğin” diye anlattı, “Bir insan tecavüz etmiş”. Cümle içinde kullanılan “insan” sözcüğü beni irkiltti. Ama bu dehşet verici olaya şaşırdım mı? Hayır. Her gün neler görüyor, duyuyorduk.
O yüzden asıl sorumuz “Ne yapabiliriz?” olmalı, hal ve gidiş belli de; birincisi nedeni ne, ikincisi bu gidişe nasıl dur denir?
İşte elimdeki kitap tam da bu sorulara yanıt niteliğinde. Adı “Bilgenin Aynası”, Hayykitap’tan çıkmış; Milliyet’ten gazeteci arkadaşımız Mert İnan psikiyatri duayeni Prof. Dr. Özcan Köknel’e sormuş, “Hocaların Hocası” da büyük bir açık sözlülükle
“Çok evvelden beri birlikte üretmeyi, büyümeyi ve paylaşmayı düstur edinmiş bir arkadaş topluluğuyuz. Mirketler bu özellikleri hayatlarında vazgeçilmezleri olarak belirlemiş hayvanlardır. Doğada hata kabul edilemez. Ölüme sebep olur. Fakat mirketlerden biri bir hata yaptığında diğerleri onun hatasını örter. Kısacası kolektif bir yaşam bilincinden söz edebiliriz.”
Milliyet Sanat dergisinin haziran sayısında Datça Tiyatro Festivali’nin düzenleyen Mirket ekibiyle Günsu Özkarar bir söyleşi yapmıştı, beni en çok etkileyen neden Mirket adını aldıkları sorusuna verdikleri bu yanıttı. En büyüğü 25 yaşında bir grup üniversite mezunu genç “sanata alan açmak istiyoruz” diye son derece ne yaptıklarını bilen bir şekilde yola çıkmış ve daha birinci senesinde çok ses getiren Datça Tiyatro Festivali’ni oyunlarıyla, söyleşileriyle, üretim atölyeleriyle, konserleriyle hayata geçirmeyi başarmıştı. Kriz halinde ilk sanattan vazgeçen, onu lüks olarak gören bir ülkede bu bir mucize değil de neydi?
Bu düşüncelerle gittim “deniz seviyesinde tiyatro” sloganını taşıyan Datça Tiyatro Festivali’nin ikincisine ve duygu yoğunluğu yüksek günler yasadım. Ortalıkta arı gibi koşturan, yine de yüzleri hep gülen bir
Bir insanı ‘yanlışlıkla’ kaç kez bıçaklayabilirsiniz? Hani istemeden. Kazayla. Sakarlıkla. Olsun olsun bir, değil mi? “Hızla üzerime doğru koştu, benim de elimde sivri ucu karşıya dönük bıçak vardı, saplanıverdi”. Ya da ne bileyim, “Öfkeyle savurdum, yanlışlıkla koluna gelivermiş”.
Hadi diyelim kendinizi koruma, savunma ya da hafiften yaralama niyetiyle hareket ettiniz, onun da hakkı birdir. Bıçağı çıkarıp da ikinci kez sapladığınızda artık bunun bu türden bir açıklaması yoktur: Canına kastediyorsunuzdur o insanın. Nokta.
Erkan Sakarbalkanıgeçen iki çocuğunun annesi olan karısı Melek’i kaç kez bıçaklamış dersiniz? Seksen sekiz! Rakamla 88. Bir insanı seksen sekiz kere bıçaklamanın ne kadar zaman aldığını bile tahmin etmek zor. Nasıl bir hırstır, anlamak imkânsız.
Olay iki yıl önce Edirne’de meydana gelmiş. İddiaya göre karısının “başkasıyla mesajlaştığını” görmüş çünkü. Erkek adamı çileden çıkarmaya yeter de artar bile. Ama yargının o erkek adamla aynı fikirde olmaması gerekir normalde öyle değil mi? Ortada 38 yaşında vahşice öldürülmüş bir kadın, çocuklarından koparılmış bir anne var. Dolayısıyla, Edirne 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nce ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteğiyle