Hayatımızı çok uzun süre “eskiye” dönemeyecek şekilde değiştiren koronavirüs nedeniyle evlerde geçireceğimiz bir bahar daha kapıda. Vakalar artarken, insanlar ölürken “evde kalmaktan” yakınmak doğru değil ama müzisyenler, tiyatrocular, yeme içme sektöründe çalışan insanlar bir belirsizliğin ortasındalar çok uzun zamandır. Yayılmak için net mekân tercihleri olan bir virüsle karşı karşıya değilsek de birçok yerin açık kalmasını hatta bir yandan kapanırken bir yandan yüzme havuzlarının ve halı sahaların açılıyor olmasını anlamak zor. Şu kısacık kontrollü normalleşme sürecinde birileri bütün kısıtlamalara harfiyen uyup, yarı kapasiteyle hizmet verirken insanları kucak kucağa oturtup, saat sınırlamasına bağlı olmadan rahat rahat açık kalan diğer mekânları denetlemek çok mu zordu, en azından restoranların bahçeleri, açık bölümleri müşteri kabul etmeye devam edemez miydi gibi soruları sormak için de çok geç. Tiyatrolar, konserler içinse umudumuz
Zoom’da canlı oyun izlemeye gitgide alışır oldum. Ekranda gördüğüm oyuncunun – oyuncuların da o an orada olduğunu bilmek, benimle aynı zamanda o oyunu izlemekte olan insanların isimlerini – kameralarını açmışlarsa yüzlerini görmek hiç değilse tiyatroya has olan “o anı paylaşma” duygusunu veriyor. Bazen sonrasında söyleşi de oluyor, o zaman daha da doğrudan paylaşabiliyoruz duygularımızı.
Geçen hafta izlediğim Tiyatro Biteatral’in “Hikâyelerimiz” adlı oyunundan sonra ise hiç konuşmak gelmedi içimden. Bazı hikâyeler var çünkü, düğümlenip kalıyor insanın boğazında. Üzerine ne desen anlamlı gelmiyor. Bir de sinirlenebiliyorsun benim yaptığım gibi, neden bu hikâyelere mahkumuz biz bu coğrafyada diye. Hikâyelerimizde ne zaman kadınlar hak ettikleri gibi yaşayacak, çocuklar çocuk olduklarını bilecek? Hayatta ne zaman olacak bu?
Fehime, Gülfer, Nur… Sırayla Ayşe Lebriz Berkem’in aranızda ekran yokmuş gibi seyirciyi avcunun içine alan etkileyici performansıyla dile gelip kendi
Belli isimler, hatta ekipler var; onlar zamanında bir araya gelmeseydi, gözlerini karartıp denenmemiş bir şeylere soyunmasaydı pop müziğimiz nasıl bir yol izlerdi merak ediyorum. “Aranjman” diye bir türden gayet memnunmuş herkes, yabancı şarkılara yazılmış sözlerle idare edilip gidiliyormuş ki onların da arasında hâlâ bayıldıklarımız olduğunu inkâr edecek değilim; Fikret Şeneş’in söz yazdığı pek çok şarkıyı unutmak mümkün mü mesela... Ama birileri çıkmış; özgün beste peşine düşmüş, bir şekilde söz yazarı, besteci, yorumcu sacayağı oluşturulabilmiş ve ortaya başka bir şey çıkmış.
Bu ekiplerden biri, şarkıları bir an eskimeyen Çiğdem Talu-Melih Kibar-Erol Evgin üçlüsüyse, bir diğeri de Nükhet Duru-Cenk Taşkan-Mehmet Teoman. Bence bir araya gelmiş olmaları kendileri için de dinleyicileri için de bir nimet ve insan ortaya çıkan her bir şarkının hikâyesini merak ediyor. Nasıl oldu da “Beni Benimle Bırak” diye bir cümle geldi aklına, o nasıl o melodiye öyle oturdu, o söz nasıl
Hayatın çeşitli alanlarında kadının varlığını, temsilini, ismini, cismini nasıl artırabilir, nasıl daha görünür kılabiliriz sorusu başlı başına cevabını da içeriyor aslında: “Yok saymayarak”. Misal sinema. Senin “kadın filmi”, “kadın hikayesi” diye bir tür icat edip özel olarak “nasıl daha fazla kadın filmi çekilir?” diye dertlenmene ve onun da en iyisini erkeklerin çekeceği sonucuna varmana hiç gerek yok. Sektörü bir “oğlanlar kulübü” olarak görmekten vazgeçmek başlangıç için yeterli. Tarih şahane filmler çekmiş kadın yönetmenlerle dolu, sadece biz çok azını biliyoruz. Neden? Anlatılmadı, özel seçkiler dışında gösterilmedi, hatırlanmadı. Ama öğrenmek için hiçbir zaman geç değil.
Şu anda Kundura Sinema’da (Kundurama - https://kundurama.beykozkundura.com/) mücevher değerinde, 15 saatlik bir belgesel gösteriliyor: İngiliz yönetmen ve sinema eleştirmeni Marc Cousins’ın 2019’da Toronto Film Festivali’nde izleyiciyle buluşan
Nisan ayı demek İstanbul Film Festivali demektir. “Sinema günlerinin başlamasını” sevinçle karşılayan bir ailede büyümüş bir çocuk olarak neredeyse kendimi bildim bileli mevcut bu bilgi bende. Şöyle bir düşününce bir sürü görüntü geliyor gözümün önüne. Ablamın çantasında daha çıktığı gün beliren festival kitapçığı ile çizelgesi (Emek, Sinepop ya da Atlas gişesinden alınırdı, özenle incelenir, ona göre plan program yapılırdı), annemlerin iş çıkışında bazen beni de götürdükleri filmler, iki film arasında yemek yediğimiz Bab Kafeterya. Lisede başlayan kendi festival maceralarım, bir günde en fazla filmi kim izleyecek yarışmaları, bilet almak için AKM önünde sabahlamalar, ortaklaşa doldurulan formlar, “Bakalım bu filme bilet çıkacak mı, çıkmayacak mı” heyecanlı bekleyişleri, okulu kırıp gittiğimiz filmde annemle babama yakalanmalar, Kaktüs’te, Pia Sarı Kahve’de, Caffinet’de, Caddei Kebir’de iki film arasında içilen,
Romantik komedilerin hemen hemen her kız çocuğunun hayatını etkilediği, ya da daha gerçekçi ifade etmek gerekirse her kız çocuğunu zaman kaybettirecek hayallere sürüklediği bir dönem olur. Hele 90’larda bütün o Meg Ryan’ların, Julia Roberts’ların, Hugh Grant’lerin cirit attığı tozpembe dünyayı izleyerek büyüdüysen hayatı da gerçek aşkı bulduğun an başlayacak olan bir macera olarak görmen işten değil. O halde ilk ve tek hedefimiz ne? Mükemmel uyumu yakalayacağımız öteki yarımızı bulmak. O kutlu güne kadar eksiğiz, yarımız, acınası haldeyiz. Ama umudumuz var, ruh eşimiz bizi bir yerlerde beklemekte, onu bulduğumuz an sonsuz mutluluğun kapıları açılacak önümüzde ve “dünya evine” gireceğiz. Bu sırada içinde yaşadığımız saadet yuvasında en iyi ihtimalle birbirine fazla bulaşmadan yaşayıp giden anne babaya bakıp hiç şüphelenmiyor olmamız da enteresan. “Mükemmel uyum buysa çok mersi, almayayım ben” demiyoruz, hala bir şey ya da neredeyse her şey bizi bunu hayal etmeye zorluyor. Neyse
Bütün sırlarımızı sorgusuz sualsiz dijital dünyanın güvensiz ellerine teslim ettiğimiz şu devirde “Şunu da kimse bilmiyordur canım” diyebileceğimiz gizli kalmış bir şeyimiz yok çok şükür. Attığımız adım kayıt altına alınıyor, kim bilir günde kaç gizli kamerada yüzümüz, kaç internet sitesinde izimiz kalıyor. E biz de melek değiliz, en azından şurada bir yalan söylemiş, burada birinin ayağını kaydırmış olmamız kuvvetle muhtemel. Özetle, bir gün biri çıkıp, “Senin ne suçlar işlediğini biliyorum” dese aklımıza muhtemelen bir dizi irili ufaklı suç, olmadı kabahat ihtimali gelir ve “Yok canım, mümkün değil” deyip huzur içinde arkamıza yaslanamayız.
Reha Erdem’in “karantina komedisi” “Seni Buldum Ya!”nın iki karakteri Felek ile Kerim, içimizde besleyip büyüttüğümüz suçluluk duygusu ile her an birilerinin bizi izliyor olma ihtimalinden ve tabii pandeminin insanları iyice cendereye alan atmosferinden güç alarak bir vurgun yöntemi buluyorlar.
Çok şey mi istiyoruz acaba? Tüm dünyada kutlanan bir günü, biz Türkiye’de yaşayan kadınlar da normal bir “kutlama” olarak yaşamak istiyoruz. Kimseden pırlanta, kırmızı karanfil, mor menekşe, efendim “cinsi latif” güzellemeleri, bugüne özel indirimler, sürpriz hediyeler falan beklemiyoruz. Erkekler tarafından katledilen kadınların çetelesini tutmadığımız (65 günde 68 kadın), tecavüzcüler, katiller, failler olanca özgüvenleriyle sokaklarda dolaşamasın diye adliye kapılarında beklemediğimiz, evden işe her alanda istismar edilmediğimiz, erkeklerle eşit haklara sahip olduğumuz, “Kadına Şiddete Hayır” etiketini eklemeden sosyal medya paylaşımı yapabildiğimiz ve bütün bunlar sürdüğü için hakkımızı ararken yerlerde sürüklenmediğimiz, sıradan bir 8 Mart’tan söz ediyorum.
Ama biz bir Dünya Kadınlar Günü’ne daha kanımızı donduran görüntülerle giriyoruz. Samsun’da İbrahim Zarap denen adamın (Bakınız “adam gibi” diye övgü niyetine önümüze