Önce şunu yinelemem lazım ki kitapçıların “kişisel gelişim” raflarında fazla oyalanmayan, satacak bir Ferrari’si olan kişinin deneyimlerinden bana pek bir pay düşeceğine inanmayan biriyim. Bu yüzden de “Kendini keşfetmeye, zorluklarla başa çıkmaya var mısın?” gibi tek cevabı olan bir soruyla (kim “yokum” der?) “Güçlü bir yaşam için öneriler” gibi gene kimsenin reddetmeyeceği bir vaat benim için bir kitabı cazip kılmaya yetmezdi. Üzerinde gördüğüm Doğan Cüceloğlu imzası olmasaydı. Ve ikinci imza da Deniz Bayramoğlu gibi bir gazeteciye ait olmasaydı. O zaman “Varım galiba” diye bir merakla açtım kapağı.
“Var mısın?” Kronik Kitap’tan yayımlanan bir nehir söyleşi kitabı. Deniz Bayramoğlu sormuş, Doğan Cüceloğlu cevaplamış. Hayatın anlamından konuşmuşlar, birey olmaktan, ekip olmaktan, insanın potansiyelinin fakına varmasından, kendi hayatının seyircisi değil oyuncusu olmasından, uzun sözün kısası “olabileceği en iyi insan olmasının” öneminden ve yollarından.
Ben şu anda bu kitabı okumuş ve Milliyet Sanat dergisinin şubat sayısı için iki yazarla çok keyifli bir söyleşi yapmış biri olarak bütün bunları öğrendiğimi mi iddia ediyorum? Hayır tabii ki. Ama 40 yaşı öncesinde gergin, stresli, mutsuz günleri olduğunu, kendisine de Amerikalı eşine ve çocuklarına da bilmeden acı çektirdiğini açık yüreklilikle itiraf eden, “Kötü bir insan değildim ama çok kötülük yaptım” cümlesini kurabilen bir psikoloğun, bir hocanın bugün 80 yaşını geçmişken aktardığı deneyimler çok kapı açtı içimde, bunu söyleyebilirim. Kendimi bir anda keşfetmedim belki ama bu yolda neler yapabileceğim, kaygılarımın, öfkelerimin, tahammülsüzlüklerimin nedenleri üzerine daha çok düşünür oldum.
Bir kere yaş aldıkça mendebur, huysuz olmanın şart olmadığını, gittikçe gençlere bakıp bakıp sinirleniyorsan bunun yaşının bir gereği değil yaşayamadıklarının bir sonucu olduğu dank etti kafama. Her yaşlı insan yorgun ve aksi olmak zorunda değildi. Hepimizden yaşça bir hayli büyük olan Doğan Cüceloğlu yayınevindeki buluşmamız için içeri bir girdi, ortama neşe, enerji, coşku geldi mesela. Atasözlerimizin yanlışı çoktu. “Ununu eleyip eleğini asmak” gerekmediği gibi, “Ağır ol da molla desinler” diye bir şey de yoktu, kocaman kocaman kahkahalar atıyordu, hepimizle, hatta arada lafa karışan kargalarla bile şakalaşıyordu ve biz hâlâ onun karşısında saygımızı nasıl göstereceğimizi bilemiyorduk. Sana saygı duysunlar diye ciddi, asık suratlı olman gerekmiyordu yani hiç. Ama aynı zamanda rahattık ve bu da saygısızlık demek olmuyordu.
Bana en çarpıcı gelen cümlelerinden biri “Asık surat makamın derecesini gösterir” oldu. Bir seminerde kimin yönetici olduğunu çatık kaşlarından anlayabiliyordu. Ömrümüzü bizi mutlu etmeyen kariyerlere adıyor, yanımızda çalışanlar tarafından ciddiye alınmak için suratımızı asıp korku salmayı marifet biliyorduk. Şu biricik, şu sınırlı, şu belki de yarın bitecek olan ömrümüzü.
Kitapta değinilen çok konu var, Deniz Bayramoğlu kendisini kimi nehir söyleşilerde gördüğümüz gibi “Bakınız, ben de çok biliyorum aslında” diye öne atma gereği hissetmeden çok güzel yönlendirmiş sohbeti. Doğan Cüceloğlu ile tam da önsözde vaat edildiği gibi, “Yaşamın önemli boyutlarına ilişkin sorular soran ve bu konularda bir mentorla sohbet eksikliği çeken” okuyucunun bu ihtiyacına cevap veren, tatlı ve derin bir söyleşi gerçekleştirmişler.
Bir süredir dünyada olan bitenler karşısında tükenmeye yüz tutan yaşam enerjimizin dopinge ihtiyacı var. Tabii ki gücünü saflığa varan bir iyimserlikten değil gerçeklerden ve somut önerilerden alan bir dopingden söz ediyorum, bu da bu kitapta mevcut. Yine kitaptan özetlemeye çalışırsam; enerjimizi sadece ilgi alanımız içerisinde haber dinleyip şikâyet etmek yerine etki alanımızda küçücük bir değişiklik yapmaya harcasak çok şeyi değiştirebiliriz.