Dolaştığımız sokakları daha önce kimlerin adımladığı, içinde oturduğumuz yapılarda kimlerin yaşadığı, sırtımızı dayadığımız duvarlara 100 yıl önce kimlerin dokunduğu gibi sorular hepimizi yoklar zaman zaman sanıyorum. Bazısını biliriz, falanca padişah, filanca sultan için yapılmıştır, bazısı tamamen muammadır. Ama neticede buralarda bizden önce hep birileri var olmuştur, dünyanın sonu hâlâ gelmediyse bizden sonra da var olacaktır.
Neyse, konu tufan olmasından korktuğumuz bizden sonrası değil şimdi. Öncesi. Mesela 19. yüzyıl. Beyoğlu’ndayız, Pera’da ya da. Sadece kendi yaşam dilimimiz içinde bile İstiklal Caddesi’nin nasıl bir değişim yaşadığını düşünürsek, 19. yüzyılda burada nasıl bir ruh, nasıl bir hayat tarzı olduğunu, hangi binanın yerinde ne olduğunu tahmin etmek kolay değil. Ama Hrant Dink Vakfı tarafından tasarlanan KarDes adlı mobil uygulama ve ondan esinlenerek hazırlanan Çevrimiçi Beyoğlu Tiyatro Turu sayesinde en azından biraz zihnimizde canlandırmamız mümkün.
İçeriği Hrant Dink Vakfı tarafından hazırlanan çevrimiçi tur, bizi
Altıdan Sonra Tiyatro’nun yirminci yılına yakışır bir oyun, hüzünlü, buruk, kırık bir aşk hikâyesi. 2018 yılında sahnede izlediğim zaman böyle tanımlamışım, “Nihayet Makamı”nı. Şimdi Altıdan Sonra Tiyatro çeyrek asrı devirmeye doğru ilerliyor ve maalesef bir yılı aşkındır seyirciyle buluşamadan yapıyor bunu. Ama bir teselli; “Nihayet Makamı”nın kaydı tiyatrolar.tv’de çıkmaya başladı seyirci karşısına.
Daha önce sözünü etmiştim, aslında tohumları Covid-19 kabusu öncesinde atılmış bir platformdu, tiyatrolar.tv. Çeşitli toplulukların oyunlarının profesyonel çekimlerini yapıp ülkenin ve dünyanın her yerindeki seyircilere ulaştırmak gibi bir hedefi vardı. Hani gelip sahnede izleme olanağı olmayanlara. Fakat ortaya pandemi çıkınca maalesef ziyadesiyle öngörülü bir şekilde oyunların seyirciyle buluşmasının tek yolu olan dijital platformların ilki oldu. Şu anda BGST’nin ve Altıdan Sonra Tiyatro’nun bazı oyunlarını oradan izleyebiliyoruz. Son olarak da “Nihayet Makamı” eklendi işte.
Son derece iyi yazılmış, sahnelenmiş
Bu sabah güne 23 Nisan’a dair bir video izleyerek başladım. İnsanın içine hiç neşe doldurmayan bir video. Yarısında bir yerlerde midene peş peşe yediğin yumruklardan kurtulmak için kapatmak istediğin ama orada anlatılan çocuğa ve dünya üzerinde istismara uğramış 220 milyon çocuğa bu kadarını borçlu olduğunu düşündüğünden yapamadığın bir video.
“Her 10 çocuktan altısı fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel istismara uğruyor. 2015 yılından bu yana 89.335 cinsel istismar davası açıldı. Bu sadece kayıtlara geçen sayıdır” diyen sesle başlıyor video. Sonra o çocuklardan bir tanesinin annesi anlatmaya başlıyor. Sesini tanınmasın diye bozmuşlar. O anlatıyor, biz onu dinleyen ve bazen usulca araya girip soru soran oyuncu Uraz Kaygılaroğlu’nun yüzündeki hüznü izliyoruz. Kaygılaroğlu, Saadet Öğretmen Çocuk İstismarı İle Mücadele Derneği’nin (UCİM) gönüllüsü.
29 çocuğu istismar etmiş bir öğretmenin kurbanlarından biri, hikâyesi anlatılan çocuk. Üç senesini almış gelip
Hakkında bir şey bilmeden izlemeye oturmuştum. Afişinden anlaşıldığı üzere gizemli bir durum, muhtemelen bir cinayet vardı. Adı da “Hükümsüz” (Exxen) olduğuna göre muhtemelen bir davaydı söz konusu olan. Jenerikte kırmızı kadın pabuçları. Hani artık kayıp kadınları, öldürülmüş kadınları anlattığını çok iyi bildiğimiz pabuçlar. Külkedisi gibi balodan değil, katilleri olan erkeklerden kaçan kadınların geride bıraktıkları pabuçlar gibi. Zaten yeterince hüzünlü olan sözleri Kalben’in sesiyle iyice insanın içine oturan jenerik şarkısı; “Uçan da kuşlara malum olsun, ben annemi özledim”. Birbiri ardına ekrana gelen gazete kupürleri. Tecavüz edilen, çocuğunun gözü önünde bıçaklanan, sokak ortasında yakılan kadınların haberleri ve gözleri bantlı erkek fotoğrafları.
Birinci bölüm fakir bir mahallede evden bakkala diye çıkıp bir daha dönemeyen on beş yaşındaki kızın hikayesiyle başlıyor. Aynı anda da babasının devasa hukuk firmasının ikinci patronu, zengin ve
Bu nasıl bir dürtüdür anlamıyorum gerçekten. Bir film, bir roman canını sıktı diye onu ortadan kaldırmaya niyet etmek. Bunun olabileceğine, olması gerektiğine inanmak. Tabii ki insanlık tarihinde ilk kez görülmediğinin son derece farkındayım da bu talebin dile getiriliş anına canlı canlı tanık olmak gene de insanı şaşırtıyor. Bir roman çıkıyor, memleketin önemli bir yazarının, Nobelli tek yazarının merakla beklenen bir romanı. Hani üzerine tartışılması çok normal, beğeneni, beğenmeyeni olması, hiç beğenmeyeni, nefret edeni olması, hepsi kabul. Orhan Pamuk’u yazar olarak sevmeyip okumamayı seçmek zaten bir tercih. Ama okumadan lanetleyip “Toplatılması için harekete geçiyoruz” çağrısında bulunulması gerçekten çok acıklı. Tabii aynı şeyin okuyarak yapılması da aynı derecede üzücü, yanlış anlaşılmasın. Burada konu, bir roman karakteri gerçek bir insanla inkâr edilemez benzerlikler taşısa da, ondan ilham alınarak yazıldığı açıkça belli olsa da orada yazanların o kişiye hakaret sayılmasının mümkün olmadığının
Sevdiğim bir restoranın sitesinden sipariş vermiştim geçen akşam. Vaatleri otuz dakika içinde yemeğin bende olacağı şeklindeydi. Saate baktım, kırk dakikayı bulmuş. Bir anda kapıldığım aşırı haklı olma ve hesap sorma duygusunu hatırlıyorum. Hayır yani tutamayacaklarsa söz vermesinlerdi, beceremeyeceklerse bu işe kalkışmasınlardı, vesaire vesaire.
Bunlar tabii içimden geçenler. Ağzımdan çıkan “Ne oldu bizim yemek?” oldu. Neyse bilgisayar sisteminde bir hata olmuş, gecikmiş, çok özür dilediler, hemen hazırlayıp gönderiyorlardı. Aradan yarım saat daha geçti ve bu sefer restoran beni aradı. Dediler ki “Çok özür dileriz, siparişinizi çıkardık ama kuryemiz kaza geçirdi”. Başımdan aşağıya dökülen kaynar suyu anlatamam. Telefondaki beyefendi “Tekrar hazırlamamızı ister misiniz?” derken “Ne oldu peki? Motorlu arkadaş durumda?” diye sorabildim, neyse ki iyiymiş, “Ama paketler dağıldı” dedi, o an tabii “Paketin canı cehenneme” diye düşünüyorsunuz ve bin türlü şey daha. Acele ettirdim, kim
Ben kızamadım da, üzüldüm çok, sosyal medya hesabından o cümleyi yazabilen kadın için. Adı Büşra, belli ki genç bir kadın, bir öğretmen. Mardin Nusaybin’deki Anadolu Lisesi’nde matematik öğretmeni. Fakat dile getirmekte sorun görmediği hisleri; “Artık tayinim çıkabilir mi Allah’ım. İnsanların Kürtçe konuşmasına tahammülüm kalmadı da” şeklinde. Ne fena, kendisine emanet edilen çocukları sevmeyi, çevresindeki insanlarla bağ kurmayı becerememiş, daha kötüsü, söylediği şeyin ne kadar ayıp, ayrıca yaptığının ırkçılık olduğunu bilmiyor.
Nusaybin Kaymakamlığı hesabın çalındığına, ilçede görev yapan öğretmenin bu tweet’ten haberi olmadığına dair sonradan sildiği bir açıklama yaptı ama sanırım inanan olmadı. Çünkü şaşırtıcı değil, maalesef “Aman Allah’ım, bir insan bunu değil yazmak, nasıl aklından geçirir?” diyemiyoruz. Zaten bunu eleştiren tweet’lere gelen cevaplarda da benzeri bir yaklaşım görüyoruz. Açıkça nefret
Hakkında okuduklarım, özellikle de bu ay Milliyet Sanat dergisinde yayınladığımız Ege Işık Özatay imzalı söyleşiden sonra merak ettiğim, ilk fırsatta Pilevneli Gallery Dolapdere’de gidip görmeyi düşündüğüm bir sergiydi; “Makine Hatıralar: Uzay”. Yapay zekâ kullandığı çalışmalarıyla dünya çapında bilinen bir isim olan yeni medya sanatçısı ve tasarımcı Refik Anadol’un “NASA’nın altmış yıllık arşivini görselleştirdiği” bir sergi olarak tanımlanıyordu. Özatay’ın yazısından aktarırsam; “ISS, Hubble ve MRO uzay teleskopları tarafından kaydedilen ve şimdiye kadar bir sanat enstalasyonunda kullanılan en büyük uzay temalı veri kümesinden (2 milyondan fazla görüntüden) yararlanıyor”du. Yaklaşık üç yıl boyunca düzenli olarak NASA mühendisleri ile 60 yıllık arşivlerine farklı açılardan bakarak serginin veri kaynağını oluşturmuştu. Bu kadar bilgiyle bile başlı başına merak uyandıran bir sergiydi. Sergiye yoğun bir ilgi olduğu, kapının önünde metrelerce kuyruk oluştuğu haberleri de