İnsanın birine karşı “canavarca his” beslediği nasıl anlaşılır? Nedir bunun kanıtı mesela? Evli olduğu, üç çocuğunun annesi olan bir kadına yıllarca şiddet uygulaması sayılır mı? Canına tak eden kadın uzaklaştırma kararı aldırdığında kapısına dayanması? Çocuklarının gözü önünde annelerine bıçakla saldırması? Aldığı bıçak darbelerine rağmen kaçmayı başaran kadını koridorda yakalayıp bıçaklamaya devam etmesi? Tam 46 bıçak darbesiyle onu öldürmesi? Ne diyorsunuz, hangi hislerle yapmıştır sizce bu “öfkeli koca” bütün bunları? (Öfkeli koca bana değil her kadın cinayetine sebep arayanlara ait bir ifadedir. Orada hep bir tahrik edilmiş, gururu incinmiş, kendine hakim olamamış, seven kalbinin kurbanı olmuş, şeytana uymuş zavallı erkek vardır).
İnsan artık yazarken utanıyor sahiden. Neredeyse sadece şehir, tarih ve isimleri değiştirerek aynı sonuca ulaşabileceğimiz kadar birbirinin fotokopisi cinayetler işleniyor ülkemizde. Kadın cinayetleri. Aylık, yıllık sayılar açıklanıyor. “Bu ay şu kadar kadın erkekler tarafından
Geçen yıl bu zamanlar rüya gibi bir şeydi şu an gördüğümüz aşı kuyrukları, her gün artan aşılanma yüzdeleri. Normalde seviniyor olmamız gerekiyor bu aşamaya gelebildiğimiz için. Artık yoğun bakıma alınan hasta sayısı düşüyor, can kayıpları umarım bitecek, daha az korkacağız sokağa çıkar, anne babamızı, aile büyüklerimizi görürken, bir adım daha yaklaşacağız “normal” hayata. Fakat her güzel şeyle beraber korkuyu, kaygıyı ve akabinde öfkeyi büyütüyor olmamızı neyle açıklayacağımı bilemiyorum. “Çok güldük, çok ağlayacağız” psikolojisinin bir tezahürü mü bu acaba? Başımıza iyi bir şey geliyorsa mutlaka altında kötü bir şey vardır inancı mı? Ortalık şüpheci insan, komplo teorisyeni, diplomasız tıp uzmanı dolu. En güzeli de gene bölünecek en az iki kutup bulmuş olmamız. Bütün dünyayı sarsan koca koronavirüs salgını birleştirememiş insan evladını, nihayet aşılanabiliyoruz diye bir noktada uzlaşacak değildik ya.
Artık iki insan yan yana geldiği anda
Bazı konular var, kırk kere konuşulsa kırk birinci kez aynı yere geliyoruz. Yazarken, çizerken, konuşurken, bir şeyin reklamını yaparken cinsiyetçi dil kullanma, mesela. Aslında çok da zor değil. Bir bakışta şıp diye anlaşılıyor. Misal, bunun mücadelesi futbol alanında halihazırda verilirken sen bir ton balığı markası olarak neden topa giriyorsun? Sattığın şey ton balığı, bir şekilde hedef kitlenin o akşam yemek pişirecek olan erkekler olduğuna inanmışsın ve A Milli Futbol Takımımıza başarılar dileyeceksin diye makarnaya “koymaya” karar veriyorsun.
Nasıl gerçekleşiyor o süreç mesela, “Abi süper bir slogan buldum, ‘Bu akşam makarnaya koyuyoruz’ nidası ile sloganın ton balıklı makarna görseliyle birleşip sosyal medyaya yapıştırılması arasında geçen zamanda kimse “Bir saniye, bir sorunumuz var” demiyor mu? Sonradan özür metni yayınlayan firma “dikkatimizden kaçan paylaşım” olarak nitelemiş durumu. Ben sıradan bir vatandaş olarak Twitter’a yazacağım her kelimeyi elli kere evirip çevirirken koskoca firmanın dikkatten kaçan paylaşımda
Bir “Çukur”un finali, bir “Masumlar Apartmanı”nın sezon finali. Bu hafta pek çok konunun önüne geçip sosyal medyada çok konuşulanların başında yer aldılar. İlkini değil ama ikincisini baştan beri sadakatle takip eden biri olarak ‘spoiler’lardan nasıl kaçacağımı bilemedim. İnsanlar izlerken bir yandan tweet atıyor, birazcık geç izliyorsanız geçmiş olsun. Zaten bir süredir gereksizce ifşa edilmiş duyumlar sayesinde başrol oyuncularından Farah Zeynep Abdullah’ın ayrılacağını ve İnci’nin öleceğini bilerek izliyoruz diziyi. Bir dizide karşılaşacağımız sürprizi vaktinden önce duyurmanın izleyenlerin tadını kaçırmak dışında kime ne faydası var anlamış değilim. Tebrikler, izleme zevkimiz yarıya indi. Üstüne de dizi başlar başlamaz “Birazdan ne olacak?” sahneleri konuyor ki sonuna kadar ne olacağını bilelim baştan.
Neyse, bütün bunlara rağmen, şaşırtmasa da yürek söken bir sezon finali izledik. Senaristler Deniz Madanoğlu ile Rana Mamatlıoğlu’nun, yönetmenler Çağrı Vila Lostuvalı ile
Kimse alınmasın, darılmasın ama ben Hasan Saltık’ı tanımasam müzik yapımcısı kimdir sorusunun cevabı başka türlü olurdu kafamda. Böyle durmadan araştıran, memleketin neresinde adı duyulmamış, gölgede kalmış, unutulmuş ozan var, virtüöz var, bulup çıkaran, kimsenin albüm yapmaya yanaşmadığı sanatçılara imkan sağlayan, elini taşın altına koyan, “Ben bundan ne kadar kazanırım? Diskolarda, plajlarda çalar mı, yaza damgasını vurur mu?” gibi hesaplar yapmadan iyi müziğin peşinden koşan biri gelmezdi aklıma muhtemelen. Birkaç gün önce kaybettiğimiz Hasan Saltık bu yıl 30. yılını dolduran Kalan Müzik ile iyi işlerin de karşılık bulabileceğini gösterdi bir kere. Düşünüyorum, hangi birinden başlayacağımı bilemiyorum; klasik Türk müziği, tangolar, kantolar, ucu bucağı kaybedilmiş arşiv serileri, ozan serileri, Kürtçe, Lazca, Ermenice, Rumca albümler, Süryanilerin, Yezidilerin, Pontusların, Zazaların kültürleriyle ilgili çalışmalar… Kalan Müzik demek Türkiye müzik tarihi demek neredeyse. Hani Hasan
Yaz geldi, diziler bir bir final yapmaya başladı. Kimisi sezon finali, kimisi kesin veda. Gene ekranı bir an bile güldürmediği gibi aslen romantik de olamayan ‘romantik-komediler’ kaplayacak belli ki. Bu arada üç dizinin finaline tanık oldum; “Doğduğun Ev Kaderindir”, “Alev Alev” ve “Mucize Doktor”. Üçü de sünerek, can çekişerek, ite kaka finale ulaştı. En sevilen adamı mı öldürsek, gökten yeni karakter mi indirsek, bu da tutmadı, geldiği gibi kaybolsun gibi çareler tek tek denendikten sonra final kararları açıklandı. Yabancı dizilerin finalleri en merakla izlenen bölümleridir değil mi, düğümler çözülür, sorulara cevap bulur, sürprizler olur. Bizimkilerde hiçbir şey olmuyor. Pardon, düğün oluyor. Üç dizi de esas oğlan ile esas kızın düğünleri, kalan bütün karakterlerin de birbirleriyle eşleşip evlenme ihtimaliyle nihayete erdi.
“Doğduğun Ev Kaderindir” çok çekti, ona söyleyecek söz bulamıyorum, nasıl başladı, nereye vardı.
"Ben nereye aitim?" büyük ihtimalle bu toprakların babasının malı olduğu yanılgısına düşmeyen herkesin günün birinde kendine sorduğu bir soru. Şu iki ayağımla üzerinde durduğum kara parçasında benden önce kimler vardı, “köklerim” nerede? Büyük dedemin göçtüğü yerde mi, babamın geldiği yerde mi, annemin doğduğu yerde mi? Hangisi “bizim memleket?”
Ayça Damgacı kendi ailesiyle böyle bir “baba vatan” yolculuğuna çıkmış, Tümay Göktepe ile birlikte yönettikleri belgesel film “Patrida” ile bizi de bu “arayış”a yoldaş ediyor. Baba vatan diyorum, çünkü Patrida Yunanca o anlama gelirmiş, Ayça Damgacı da Batı Trakya göçmeni babası İsmet Damgacı’nın hayalini gerçekleştirip onu 87 yaşında doğduğu topraklara; İskeçe’ye götürüyor. Aslında bir “tersine göç” yolculuğu gerçekleştiriyorlar; İskeçe’den başlayıp Selanik ve Atina’dan geçerek Zürih’e varan. İsmet Bey’in ailesi babasının
Meslek hayatımın başlarında Radikal İki’yi çıkaran ekipte yer almanın büyük şans olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Belki öyle olmasaydı, ben de bir kadın olarak medyada yerimin ve söz hakkımın çok sınırlı olduğunu, burasının genel olarak bir erkekler kulübü olduğunu, bizim de bir renk, bir kenar süsü olarak bir yerlere iliştirildiğimizi düşünerek yetişecektim. Hani kadın var mı, var. Mesleğe başladığım Cumhuriyet gazetesi bu anlamda çok da umut vermiyordu genç bir gazeteci kadına; doğruya doğru.
Neyse ki hemen sonrasında Radikal İki gibi benden tecrübeli kadın meslektaşlarımla tanıştığım - çalıştığım bir okula düştüm; Sevin Okyay, Güldal Kızıldemir, Yazgülü Aldoğan, Tansel Tüzel ilk aklıma gelenler. Yayın yönetmenimiz Tuğrul Eryılmaz da zaten ayaklı toplumsal cinsiyet eşitliği kitabıymış, şimdi daha iyi anlıyorum. Bazı şeyler sonradan, zorlama olmuyor çünkü belli ki. Misal bir panelde, bir yazı işleri masasında, bir tartışma programında yan yana sıralanmış sekiz tane erkek gördüğün anda