"Normal" sözcüğü sanırım hiçbir zaman hayatımızda bu kadar çok anlam yüklenmemişti. Bize göre olağan olan, bizim tercih ettiğimiz, bizim inandığımız şey “normal”di, onun dışında olanlar “anormal”di, normal olan iyiydi, nokta. Bakın, üzerine söylenecek fazla da söz yok. Ne zaman ki pandemi karşımıza “yeni normal” diye bir şey koydu, her şey ikiye ayrılmaya başladı, alışkanlıklarımızın kimisi “eski” normalde kalmıştı, artık yeni normale göre davranmalıydık. Sonra işte kontrollü normalleşme, kademeli normalleşme, çığırından çıkan normalleşme, yeniden eskiye dönen normalleşme şeklinde gitti gidiyor hayat. Normallerden normal beğenemezken belki de artık “Biri anlatsın hemen, nedir bu normal?” diye sormanın vaktidir. Bülent Ortaçgil 20 küsur yıl önce sormuş ama yeniden sormanın vaktidir, Nuri Harun Ateş’in nefis cover’ına kulak vererek. Bir soru ancak bu kadar yerinde ve zamanında sorulabilirdi.
Kendisine yakıştırdığı, ilk albümüne de isim veren “kafası karışık kontrtenor”
“Biz kadınlar... Savaşın ilk günlerinde haddimizi bildik. Her yaptığınıza boyun eğdik. Ağız açtırtmadınız bize, sustuk. Ama yaptıklarınızı beğeniyor muyduk? Hayır. Olanın bitenin pekâlâ farkındaydık. Çok defa köşemizden öğreniyorduk önemli işler üzerine verdiğiniz kötü kararları. İçimiz kan ağlarken gülümseyerek sorardık: Bugünkü halk toplantısında barış için ne karara vardınız?”
Bilmiyorum ki ne düşünmek lazım, kulağa bu derece taze gelen bir metnin milattan önce 411 senesinde yazılmış olması karşısında. İlk izlediğim, okuduğum yaşlarda “Aman da nasıl eskimeyen bir metin” diye hayran kaldığımı hatırlıyorum ama şu anda daha ziyade “Ama ne değişmeyen insan” diye hafif bir bezginlik duygusu veriyor bana. Aristofanes’in nefis komedyası “Lysistrata“.
Erkekler savaşa son vermeyi beceremeyince -ya da bunu zaten istemeyince- birer birer telef olunca, her çekinerek sordukları soruya “Sen elinin hamuruyla karışma, cenk işi erkek işi” cevabını alan kadınların aklına “kadın işi” bir
"Coğrafya kaderdir". Sosyal medyada en çok karşımıza çıkan cümle olabilir bu. Her duruma uyarlanabilir bir cümle. Boynu bükük bir kabulleniş, bir teslimiyet taşıyor ve konuyu da kapatıyor bir anlamda. “İstiyorsan sen akıntıya kürek çek hobi olarak da sonuç değişmez” dese daha doğrudan olacak.
İKSV İstanbul Film Festivali’nin çevrimiçi gösterimleri arasında “Ateşle Yazmak / Writing With Fire” adlı şahane filmi izlerken kafamda dönüp duran cümle de bu oldu. Rintu Thomas ve Sushmit Ghosh’un Sundance’den izleyici ödüllü belgeseli, Hindistan’da Dalit kadınlar tarafından 2002 yılında kurulan Khabah Lahariya (Haber Dalgaları) adlı gazetenin hikayesini anlatıyor. Halihazırda sadece kadınlar tarafından çıkarılan tek gazete olarak varlığını sürdüren bir yayın organı.
Dalitler (Dokunulmazlar), Hindistan’daki kast sisteminin en altında bile değil, “dışında” kabul edilen, hor görülen, ezilen topluluk. Pis olduklarına inanılıyor, çocukları okula alınmıyor, oturacak ev bulamıyorlar. Kadınları iki
Yüksek binalarla, geniş yollarla, devasa köprülerle, her şeyin en büyüğü, en yücesi, en görkemlisiyle çevrili hayatlarımızda asıl önemli olanın ne olduğunu unutuyoruz sık sık. Gözümüze ısrarla çarpmayanı fark etmiyor, karşımıza dikilip kendisini zorla göstermezse görmezden gelebiliyoruz. Daha da rahatlatıcı zaten böylesi. Mesela akşam vakti evimize dönerken karanlık bir caddenin, sokağın köşesinde küçücük bir çocuğu görmemek, adımlarımızı hızlandırıp geçmek kolay. Bu çocuk evinden, yurdundan kaç kilometre uzakta, her şeyiyle ona yabancı bu ülkede nasıl yaşıyor, şu an ne hissediyor, korkuyor mu, üşüyor mu, yalnız mı, umutsuz mu diye düşünmeye başladığında kaçıyor rahatın. Çünkü aslında gayet iyi biliyorsun, önemli sandığın hiçbir şey yerinden edilmiş, ailesinden ayrı düşmüş mülteci çocukların varlığından daha önemli değil bu hayatta. Biz görmeyince yok olmuyor bu gerçek.
Küçük Amal, bu hayati meseleyi bütün
Çocukken Anneler Günü’ne çok anlam yüklerdim. Resimli kitabımda Ayşegül annesine bahçelerinden nergis topluyordu, pasta yapıyordu, harçlıklarından artırıp eşarp alıyordu, ben bahçemiz olmadığından ilk adımda tıkanıyordum. Ablamın yardımıyla bir hediye almayı başarıyordum kuşkusuz da annemi o “özel günde” hiç umduğum kadar mutlu görmedim. Annesi olmayanlar için üzüldüğünü söylerdi, kendisi için de tabii. Ben de bunu hiç anlamazdım. Kendisi bir anneydi, hayattaki en ‘kutsal’ mutluluğa bir değil iki kere erişmiş bir kadındı, nasıl oluyordu da hala kendi annesinin eksikliğini hissediyordu? Annelik sonsuz bir tamamlanma hali değil miydi?
Özetle annemin bizden önce bir hayatı, annelik dışında bir misyonu olması fikrini pek benimseyemiyordum, ki üstelik hep çalışan bir kadındı. Bunu o yaşta kendi kendime akıl ettiğimi sanmıyorum, belli ki toplumdaki kutsal annelik miti kanıma girmiş. O günün bir ikinci ‘üzülünesi’ kategorisi vardı: Çocuksuz kadınlar. Evladını kaybetmiş
Tam olarak nereden çıktığının, kimin başlattığının izini süremedim, tek bildiğim -ve de gördüğüm- sosyal medyada “20’li yaşlar challenge” diye bir etiketin baş gösterdiği ve inanılmaz bir hızla yayıldığı. Ünlü ünsüz herkes albümlere, arşivlere dalarak 20’li yaşlarından fotoğraflar bulup paylaşmaya başladı. Ortalığı farklı yıllardan siyah beyaz, renkli, soluk, parlak genç yüzleri sardı. Kimi fotoğraf 1960’ta çekilmişti, kimi 2000’de ama herkes aynı yaştaydı. Sosyal medyada adettendir diye bir “challenge” sözcüğü atılmıştı ortaya ama kimsenin kimseye “meydan okuduğu” yoktu.
Başta “Peki, bunu neden yapıyoruz?” diye sorgulayanlar çıktı, “Çünkü sıkıldık”, “Çünkü eğleniyoruz” gibi cevaplar son derece yeterli oldu. Çünkü sıkılmıştık evet. Hayatımızı saran kasvetten, kötü haberlerden, endişeden, korkudan sıkılmıştık. Ve çünkü o yıllar çok güzel görünüyordu çoğumuzun
Açılışlarıyla hem sektörde hem seyircide büyük umutlar yaratan dijital platformlar çoğunlukla tam da bu umuda karşılık geldiğini söyleyemeyeceğimiz içerikleriyle hayatlarına devam etmekteler. Hani izlerken “Biz televizyondaki dizilerden neden şikâyet ediyorduk ki madem aynısının kısasını izleyecektik?” dediğimiz işler çıkıyor sık sık karşımıza. Aynı melodramlar, aynı seyircinin zekasını hiçe sayan mantık hataları, bu sefer 50 dakika olduğu için daha acısız. “Bir Başkadır” dışında pek de “başka” bir şey izleyemediğimiz Netflix’in ayak sesleri yeri göğü inleterek gelen ve Burcu Biricik’in gerçekten nefis bir performans sergilediği “Fatma”sı izlerken insana “Yok artık” dedirten, bütün inandırıcı olma ihtimallerini ortadan kaldıran detaylarla dolu misal. Ne yaptılar, “Olsun ya, seyirci sorgulamaz nasılsa” mı dediler acaba?
Burada Volkan Sümbül ve Levent Cantek’in yazdığı, Çağan Irmak’ın çektiği, Çağatay Ulusoy’un hayalperest yapımcı Semih Ateş’e cuk
Hande Doğandemir yeni dizisi “Hükümsüz”de kadın cinayetlerini çözen bir avukatı oynuyor. Doğandemir için dizinin en kıymetli yanı iki kadın karakteri merkezine alıyor olması.
Asu Maro - Oyunculuğunun ilk zamanlarında daha çok tatlı romantik komedilerde izlediğimiz Hande Doğandemir birkaç yıldır kariyerinde yeni kapılar açtı. Craft’ta Çağ Çalışkur’un sahnelediği “Waterproof”ta maden kazasında çocuklarını kaybeden annelerden biri olarak izledik onu. Haluk Bilginer ve Ali Atay ile oynadığı Cenk Ertürk’ün ilk filmi “Nuh Tepesi” ile festivallere katıldı. Bir yandan da Exxen’in yeni dizisi “Hükümsüz”de kadın cinayetlerini ele alan iki kadın avukattan birini canlandırıyor. Sıraselviler Kiki’de bir araya geldiğimiz Doğandemir ile buluşma sebebimiz “Hükümsüz” olunca tabii konu dönüp dolaşıp kadına şiddet ve kadın cinayetlerine geldi. Araya da oyunculuğa ve hayata dair nefes alma alanları iliştirmeye çalıştık.
“Hükümsüz” ülkemizin son