"İşçiler çağrılmıştı / Ama gelenler insandı". Koskocaman bir mesele iki cümleyle herhalde ancak bu kadar güçlü anlatılabilir. Cem Karaca’nın ‘80’li yıllarda “Die Kanaken” (Almanların o dönem başta Türkler olmak üzere bütün “hoşlanılmayan” yabancıları tanımlamak için kullandığı sözcük) adıyla bir LP çıkardığını bilmekle beraber bu sözlerle başlayan “Es Kamen Menchen An”ı ilk kez bir sinema salonunda gümbür gümbür dinlemiş oldum. Sırf bu deneyim ve Cem Karaca’nın hayatında ilk kez gördüğüm nefis görüntüleri bile "Aşk, Mark ve Ölüm”ü çok değerli kıldı gözümde ama daha önce “Arabeks” (2010 - yazım yanlışı yok, “Arabeks”) ve "Motor, Kopya Kültürü ve Türk Sineması” (2014) filmlerine imza atan yönetmen Cem Kaya’nın Berlin Film Festivali’nin Panorama seçkisinden seyirci ödülüyle ayrılan filminde çok daha fazlası mevcut.
"Aşk, Mark ve Ölüm",
Türkiye sinema tarihinin en ünlü ve de dilimize yerleşen cümlesidir: “Zeki Müren de bizi görecek mi?” (Vizontele, Yılmaz Erdoğan). Çok sevdik, muhtelif vesilelerle kullandık, kullanıyoruz. Önceki akşam 41. İstanbul Film Festivali’nin Cahide Palazzo’da düzenlediği geceye de adını vermişti. Ama soru değil, tespit (ya da dilek) olarak: “Zeki Müren de Bizi Görecek”.
Gecenin çıkış noktası, bu yıl Festival’de yenilenmiş kopyasıyla seyirciyle buluşan “Beklenen Şarkı” filmi. İstanbul Film Festivali, şahane bir iş yapıyor; her yıl Zurich Sigorta iş birliğiyle sinemamızın önemli yapıtlarını restore ettirerek gün ışığına çıkarıyor. Bu iş birliği sayesinde “Dünden Bugüne Türk Klasikleri” başlığı altında Bilge Olgaç’ın “İpekçe”si, Şerif Gören’in “On Kadın”ı, Atıf Yılmaz’ın “Asiye Nasıl Kurtulur”u gibi pek çok filmi Atlas Post Production tarafından restore edilmiş haliyle izleme şansını bulduk bundan önce. Bu yılın filmi de 1953 yapımı “Beklenen
İKSV’nin 41. İstanbul Film Festivali’nin CRR Konser Salonu’ndaki açılış töreninin bende bıraktığı ilk duygu şu: Ne güzel, böyle uzadıkça uzamayan, “eğlenceli” olmak için kendini ve başkalarını zorlamayan izleyici dostu törenlerimiz de var. Üstelik bu açılış törenlerinin sonuncusu 2019’da imiş, ne mutlu ki yine salonlarda, yine yüz yüzeyiz. Bir kere Cem Davran müthiş bir sunucu, bir insanın iyi bir oyuncu olması onu aynı anda iyi bir sunucu yapmıyor ve biz bunun acısını sık sık yaşıyoruz, oysa ikisi basbayağı iki farklı meslek. O gece de Cem Davran’ın kıvrak, gereksiz şaka denemelerinden kaçınan, kendiliğinden akıcı ve esprili sunumuyla son derece keyifli geçti. Umarım dediği gibi artık bırakmak geçmiyordur aklından.
Sonra uzun uzun konuşmalar olmadı, “Festivale destek verdiğimize göre bu gece sahne bizim sayılır” diyen devlet büyüklerine, sinemanın kendi üzerlerindeki etkisi üzerine cümleler söyleme arzusundaki “yetkili”lere, sponsorluk temsilcilerine rastlamadık. Teşekkür plaketini
Daha Oscar ertesi Will Smith’in Chris Rock’un beğenmediği esprisine tokatla karşılık vermesi halkımızı ikiye bölmüşken, benzeri durumlarda bizde neler olabileceği üzerine de tahminler yürütülmüştü. Gerçi fazla da düşünecek bir şey yoktu, mizaha karşı ne kadar toleranslı olduğumuz konusunda pek çok tecrübemiz mevcut. Bizde olay savcılıkta bitiyor. Mutlaka sözün ucu bir “hassas nokta”ya dokunuyor ve birileri de “Böyle mizah olmaz olsun, alın bunu sahneden” diyerek harekete geçiyor. Hele şimdi Twitter var, işler iyice kolaylaştı, hadi EmniyetGM iş başına.
Espri nedir, hakaret nedir, ortada bir şaka varsa hedefi kimdir, gerçekten kimse bununla ilgilenmiyor. Kendisi Alevi olan stand-up’çı Pınar Fidan, Alevilere hakaret etmekle suçlandı hatırlarsanız. Hedefinde Madımak’ta yakılanlar değil yakanlar vardı, ortalama bir zekâ ve asgari iyi niyet bunu anlamak için yeterliydi ama hâlâ adını arattığınızda Google size “Alevilerle ilgili iğrenç şakalar yapan” birinden söz ediyor. Ya da Emre
Beklenmedik, ani bir kayıp yaşayanların, hele hele bu kayıp "doğal" olmayan şekilde, diyelim bir kaza sonucu, önlenmesi mümkünken olmuşsa muhtemelen hayatları boyunca onlarla kalacak "keşke"leri vardır. Evden beş dakika erken çıksaydım, o telefonu açsaydım, o yoldan değil de diğerinden gitseydim, böyle olacağını bilseydim, tahmin etseydim, fark etseydim, yapabilseydim... Değiştiremeyeceğinizi bilirsiniz ama bu "ihtimaller"e her gün yenileri eklenir. Kaybın acısını, yas duygusunu daha da ağırlaştıran ihtimaller.
"Dalgakıran"da seyiciye kendi yas sürecini anlatan Alex'in durumu da böyle. Alex 30'lu yaşlarında bir fotoğrafçı, bir koca, bir baba. Karısı Helen'a karşı "hayatının aşkı" tanımının eksik kalacağı bir düşkünlüğü, sekiz yaşındaki kızları Lucy ile beraber olabildiğince kusursuz bir hayatları var. Tek bir değiştirilmesi mümkünken değiştirilemeyen anla birlikte alt üst olacak bir mutluluk.
Başladığımız noktada her şey olup bitmiş, Alex seyirciye o andan öncesinden, yaşanırken hiçbir anlamı yokmuş gibi görünen sıradan detaylardan oluşan hayatlarından söz ediyor. O
Herhalde kimse 87. Akademi Ödülleri'nin verildiği sabahı o şekilde hayal etmemişti. En fazla "Yine gönlümüzün istediğine gitmedi Oscar" gibisinden bir gündeme hazırlamıştım ben kendimi, "Will Smith'in tokadını gördün mü?"ye asla değil. Gelin görün ki hepimizin artık çok iyi bildiği üzere sunucu Chris Rock "saçkıran" türü bir hastalık nedeniyle saçları dökülmüş olan Jada Pinkett Smith'e yönelik gayet tatsız ve hiç de komik olmayan bir şaka yapmış ("Jada, seni GI Jane 2'de izlemek için sabırsızlanıyorum") Smith de onun kocası sıfatıyla bir anda sahneye fırlayıp Rock'a bir tokat aşketmişti. Chris Rock'ın bunu dalgaya alarak geçiştirme çabalarını da oturduğu yerden haykırdığı "Karımın ağzını adına alma" küfürlü cümleleriyle bertaraf etmişti. Şov bununla bitmedi, kısa süre sonra sahneye bu kez Oscar ödülünü almaya çıkan Will Smith'i gözyaşları içerisinde "Ama bir sorun, neden vurdum" deyip özür dilerken izledik. O gerekçe de bizler için çok tanıdıktı:
"Hayatında ateşe dokunmuşsan ne kadar canını yaktığını bilirsin. Bu insanlar 1. Dünya Savaşı’nı biliyorlar, 2. Dünya Savaşı’nı biliyorlar, ateşe iki defa dokunmuşlar. ‘Bunlar da bizim gibi ateşe dokunmak zorunda kaldılar. Onları kurtarmamız, gelin bizim ülkemizde kalın, bir daha ateşe değmeyin’ demeleri gerekmez mi?”
Bu soruyu soran Muntazar, 16 yaşında. Irak’tan yüzde 1’lik hayatta kalma şansına tutunarak Almanya’ya geleli dört yıl olmuş. Kendisi okula, kardeşleri anaokuluna gidebildiği, anneleri çalışabildiği için mutlu. Ama bir gün “Hadi buraya kadar, Irak’a dönüyorsunuz” diyecekler diye çok korkuyor. Bu filmde yer almak isteme sebebi onları ülkelerinde istemeyen insanlara neden geldiklerini anlatmak. “Para ya da tatil ya da eğlence için değil. Savaş yüzünden”. Bir çocuğun tatil ya da eğlence peşinde olmadığını büyüklere anlatmak zorunda kaldığı bir dünya.
Aynı şey Said-Ahmet için de geçerli. 24 yaşında, İran doğumlu. Afganistanlı ama ülkesi hakkında bir şey bilmiyor. Bitmeyen bir
Bir festival birlikte anıldığı bir şehre ne kadar farklı bir anlam katabiliyor. Hani ne bileyim, “Nürnberg’e gidiyorum” dediğinde pek çok kişinin aklına ilk gelen “Nürnberg mahkemeleri” olabiliyor evet ama bu son derece şirin kentin adını duyunca aklına sinema gelenlerin sayısı da az değil. Özellikle sektörde. Çünkü iki ülke arasında kültür köprüsü kurmak amacıyla 1992’de yola çıkmış bir Türkiye-Almanya Film Festivali var ve bu yıl 26.’sı düzenleniyor.
Festivalin Başkanı Adil Kaya ve Yönetmeni Ayten Akyıldız, iki yıl önce Gazeteduvar için Soner Sert’e bir röportaj vermiş, Adil Kaya yola çıkış sebeplerini “korku” olarak belirtmişti. Almanya’da 90’ların başlarında yükselen milliyetçi dalganın, yabancı düşmanlığının altında yatan ön yargıları sanatla kırmak için Türkiye Sinema Günleri’ni başlatmıştı, Ayten Akyıldız ise festivalin önce seyircisi, sonra çalışanı, uzun zamandır da yöneticisiydi. Aynı ön yargıların Almanya’da