Bir süredir İstanbul’un aslında eş zamanlı olarak dünyanın pek çok şehrinin de duvarlarında “İyi bir komşu” ile başlayan soru cümleleri dikkatinizi çekiyor olsa gerek: “İyi bir komşu size hastayken yemek yapar mı?” “İyi bir komşu komşu bir ülkeden midir?” “İyi bir komşu yanı başınızdaki evsiz adam mıdır?” “İyi bir komşu korkmadığınız bir yabancı mıdır?”
Kim soruyor, neden soruyor bunları? Çünkü haftaya başlayacak 15. İstanbul Bienali’nin küratörleri Elmgreen & Dragset bu yılın temasını “iyi bir komşu” olarak belirlemiş.
Benim gibi çocukken korktuğunda, üzüldüğünde, hastalandığında orada her daim açık bir komşu kapısı bulanlar için burun direği sızlatan bir tema. Biz yemek pişirirken tencere kapağını ödünç alabildiğin, annen işteyken okul dönüşü kendi evinmiş gibi karşı kapıyı çalıp yeni pişmiş kekle karşılandığın komşularla büyüdük, şanslıymışız.
Ama işler çocuk gözüne göründüğü kadar toz pembe miydi gerçekten?
Tamam, bugünkü gibi apartman kapısında karşılaşıp hangi daireye gittiğini bilmediğin, seninle ancak bir şikâyeti olduğunda muhatap olan yabancı değildi komşu. Ama dilin, dinin, ırkın, etnik kökenin, milliyetin nedeniyle sana düşman olan kişi olacağı ise aklının ucundan geçer
Ülkemizdeki hoşa gitmeyen konuları örtbas etme eğiliminin sınırı yok gerçekten. Yapılan, edilen hiçbir şey rahatsızlık vermiyor, bunların söylenmesi infial yaratıyor. Tacizlere, tecavüzlere, kadın cinayetlerine kimsenin sesi çıkmıyor misal, birisi rakam telaffuz etmeye kalktı mı kıyamet kopuyor, “Vay efendim biz tacizci miyiz, bize tecavüzcü mü dedin sen?” Bu kadar ama, aksini ispat etmeye çalışmak yok, köpürmek ve inkar etmek var.
Hürriyet yazarı Melis Alphan, bir araştırmaya; Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’nun il il dolaşarak hazırladığı Türkiye Ensest Atlası’na dayanarak bir yazı yazdı. “Türkiye’de ensest oranı yüzde 40, bununla yüzleşmeye hazır mısınız?” dedi. O derece değiliz ki, bir an durup düşünmek yerine hep birlikte bu bilgiyi aktaran insanın üzerine çullanmayı seçtik.
Elbette karşı argümanlarla, istatistiklerle, “Biz de şöyle bir araştırma yaptırdık efendim, oran sizin dediğiniz gibi değil, aslında şudur”larla değil. “Bize sapık dedi bu kadın, özür dilesin”lerle.
Efendim, öncelikle siz neden üzerinize alındınız kişisel olarak? Ondan sonra, ensestin büyük bir yara olduğu konusunda hemfikir değil miyiz? Yaşayanlarda ömür boyu sürecek travmalar yaratan, kurbanlarının
Hayatımızı yönlendiren birinci kural zayıflamak, daha ince, daha fit olmak mecburiyeti ve bu uğurda yediğimizi içtiğimizi kendimize zehir etmekse; ikincisi de her daim genç olmak, genç kalmak. Yaşlanmanın bütün belirtileriyle savaşmak. Hayatını ‘anti aging’ üzerine kurmak.
Haydi birincisinin oluru var, ikincisi bir de nafile bir çaba. Neyle savaşıyorsun? Hayatın doğal akışıyla. Yaşlanacak kadar uzun yaşadığına sevineceğin yerde hem de. Ve hele de kadınsan, bu kazananı baştan belli savaş için bir servet dökmen, o kremi sür, bu takviyeyi al, likopen içeren besinler ye, üzüm çekirdeğini ihmal etme diye takıntılı bir insana dönüşmen, botokslarla, dolgularla kendinin senin gibi bakmayan, senin gibi gülmeyen bir başka versiyonuna dönüşmen şart. Üstelik bütün bu yıpratıcı çabanın sonunda elde ettiğin iltifat ne? “Yaşına göre çok iyi görünüyor.” Ne oldu? Gene kazanamadın.,
İsyan bayrağı çekildi
Artık bu yıpratıcı süreç ve adaletsiz düzen o derece ayan beyan ortada ki, varlığını kadınların daha genç ve güzel görünme çabası üzerine kuran kadın dergilerinden Allure bile isyan bayrağını çekmiş ve bütün endüstriye çağrıda bulunan bir eylül sayısı yapmış. “Biz, bu sayıdan itibaren anti aging
Kırmızı tasması, ışıldayan tüyleriyle son derece havalı, simsiyah bir köpek. Adı Nemo imiş. Jules Verne’in “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah”ındaki denizaltıyı komuta eden kaptan Nemo’dan alıyor ismini. Üzerinde de sahici bir komutan edası var zaten.
Nemo, Elysée Sarayı’nın yeni köpeği. Emmanuel ve Brigitte Macron tarafıdan sahiplenilmiş. 1969’da cumhurbaşkanı olan George Pompidou’dan beri devam eden bir gelenek bu. Fransa cumhurbaşkanları saraya mutlaka en az bir adet dört ayaklı arkadaş getiriyor. Valéry Giscard-d’Estaing’e resepsiyonlarda, çalışma odasında, Noel partilerinde eşlik eden av köpeği Jugurtha mesela, en ünlülerinden biri.
İki yaşında bir labrador olan Nemo da şimdilik en popüleri. Emmanuel Macron’un Afrika’dan Avrupa’ya göç temalı zirveye katılan Nijer Cumhurbaşkanı Mahamadou Issoufou’yu karşıladığı görüntülerin ilgi odağı, basının ve sosyal medyanın gözdesi, merdivenlerde gururlu bir ev sahibi olarak dikilen Nemo oldu. Kim derdi ki bir ay önce barınaktaydı.
Bizdeki durumu düşününce insan özenmiyor değil. Mümkünse evlerimizi hayvanlarla paylaşmayalım, sokaktakileri ölü ya da diri, uzaklaştıralım; ya zehirletelim ya barınağa yollayalım, barınaklardakileri zaten
Bazen çok etkileniyorum; memleketin, dünyanın türlü türlü derdi var, bir grup insan kalkıyor vaktini, enerjisini bazen bir Noel Baba’yı, bazen de 25 asır önce yaşamış Diyojen’i protesto etmeye vakfediyor.
Neymiş, Sinop’un girişinde heykeli varmış, bu Erbakan Vakfı Sinop İl Temsilcisi’ni rahatsız ediyormuş. Basbayağı basın açıklaması yapıyorlar önünde. “Biz” diyorlar, “Sanata ve heykellere karşı değiliz”. İşte bu güzel haber. Peki neye karşılar? “Heykelin arkasına sığınarak Yunan felsefesini, Yunan ideolojisini Sinop’a yapıştırmalarına”.
Çok rica ediyorum, Yunan ideolojisinden kastınız ne, nasıl yapıştırılır bu bir şehrin üzerine? Sinoplular topluca Diyojen’in fikirlerini benimseyip fıçıda yaşamaya mı başladılar? Yıllardır Türkiye’nin mutluluk düzeyi en yüksek şehri seçilmelerinin nedeni bu mu? Nesi rahatsız ediyor tam olarak?
Kaldı ki, hiçbirimizin dedelerinin dedelerini dedeleri hayatta yokken, M.Ö. 412 yılında o topraklarda dünyaya gözünü açmış bir adam, Diyojen. “Sinoplu Diyojen” olarak da biliniyor. Buradan çıkmış, ölümsüzleşmiş, çağları ve sınırları aşmış bir düşünür. Başkası olsa gurur duyar “Diyojen hemşehrimiz” diye. Hadi onu beceremiyoruz, izlerini silmeye kalkışmak gibi
Dokuz yıl geçmiş, ‘Hayat Bu’nun üzerinden. Gündoğarken’in çıkardığı son albüm. Dokuz yılda neler oldu hayatta, ne mutluluklar ne acılar yaşandı ve karşımıza Ada Müzik etiketli yepyeni bir Gündoğarken albümü olarak çıktı: ‘Özlemişim’.
Şunu baştan söylemem lazım; özellikle Gündoğarken deyince aklına Ege kıyıları ve buzuki nağmeleri gelenler için ciddi şekilde ezber bozan bir albüm, ‘Özlemişim’. Tabii gene buzuki var ama kendilerinin de albüm kartonetinde belirttikleri gibi trompet ve gitar ağırlıklı sololar, bu albümün en fark edilir özelliği.
Düzenlemeler, tek bir aranjöre emanet edilmemiş, albüme emeği geçen bütün müzisyenlerin - ki onları hemen sayalım: Murat Güner (akustik gitar, elektrik gitar), Cem Aksel (davul), Ece Cengiz (trompet) Arıkan Sırakaya (davul), Mert Önal (cajon, davul, perküsyon), Orhan Deniz (bas gitar), Burhan Şeşen (klasik gitar), Gökhan Şeşen (buzuki, ağız armonikası, mandolin) - ortak fikirleriyle oluşturulmuş. Kayıtları Fuat Saka ve Barbaros Görkem yapmış.
Şarkıların sekiz tanesinde Burhan Şeşen’in, iki tanesinde Gökhan Şeşen’in imzası var. Bir de daha önce ‘Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar’ albümünde seslendirdikleri müthiş ‘Geriye Kalan’ ki o da
Görünce içime nasıl su serpilmişti; “Nihayet iyi bir haber” demiştim. Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü (BÜLGBTİ+), Boğaziçi Üniversitesi Vakfı (BÜVAK) iş birliğiyle Hande Kader Bursu başlatmıştı.
Kimdi Hande Kader?
Geçen yıl bu zamanlardı adını ilk kez duyduğumuzda. Aslında adını da duymadık da; “Bir trans kadın daha katledildi” başlıklarını gördük. Çeteleye bir rakam daha eklenmişti. İstanbul’da, Zekeriyaköy’de ormanlık bir alanda bulunmuştu. Birden fazla kişinin tecavüzüne uğramış, işkence görmüş ve yakılarak öldürülmüştü. Yakılarak! Hani “Daha ne kadar vahşi olabiliriz?”in nihai bir cevabı yok maalesef.
Peki, yer yerinden oynadı mı? Hayır. Zira o “Bir trans kadın daha” idi.
Onur Yürüyüşü’nde kameralara haykıran yüzünü gördük sonra: “Çekiyorsunuz ama yayınlamıyorsunuz. Sesimizi kimse duymuyor!” diyordu gözyaşları içinde. O görüntü çakıldı kaldı izleyenlerin zihninde.
İç dağlayan bu cümlelerini kayda düşmüş, sesini duyuramadan çekip gitmişti. 23 yaşında. Adı Hande Kader’di. Kaderi bu ülkenin ikiyüzlü ahlak anlayışına tosladığı için başka iş bulamamış, seks işçiliğine mecbur kalmıştı. O yüzden biz pek de etkilenmedik bu gidişten. Ne de olsa gazete köşelerinde “Su testisi
Sakarya’da hamile bir Suriyeli kadının çocuğu ile birlikte katledilmesi herhalde memleketin gelmiş geçmiş en büyük yüz karalarından biriydi. İnsan, en yırtıcı hayvanın olamayacağı kadar vahşi, kötü, tehlikeli olabiliyordu, bilmediğimiz şey değil de, görmüş olduk bir daha.
O zaman, medyada Suriyelilere karşı kullanılan dil de bir kez daha sorgulanmıştı. Sen haberlerinde sürekli “Suriyeliler geldi, orada kavga koptu, burada hırsızlık arttı, mahallede huzur kalmadı” algısını körükleyecek bir dil kullanırsan, sonra “Ne bu Suriyeli nefreti?” diye sorma hakkın olmazdı.
Hatta “Allah allah, bu toplum neden bölündü, kutuplaştı bu kadar?” sorusunun yanıtını da genel olarak o yaygın nefret dilinde aramak yerinde olurdu.
O cinayetin ardından, 180 gazeteci ve akademisyen Medyada Irkçılık ve Ayrımcılıkla Mücadele İnisiyatifi adı altında bir bildiri yayınladı. TRT’den, Ülke TV’den, Sabah’tan, Habertürk’ten, Anadolu Ajansı’ndan, Takvim’den, Türkiye gazetesinden, Kanal 7’den, Yeni Şafak’tan meslektaşlarımız var imzalayanlar arasında.
Bildirinin neredeyse her kelimesinin altına imzamı atarım, haberim olsa atardım da. “Toplumsal kutuplaşmaya hizmet eden bir dil ‘habercilik’ değildir.” diyorlar, yerden