Bir süredir İstanbul’un aslında eş zamanlı olarak dünyanın pek çok şehrinin de duvarlarında “İyi bir komşu” ile başlayan soru cümleleri dikkatinizi çekiyor olsa gerek: “İyi bir komşu size hastayken yemek yapar mı?” “İyi bir komşu komşu bir ülkeden midir?” “İyi bir komşu yanı başınızdaki evsiz adam mıdır?” “İyi bir komşu korkmadığınız bir yabancı mıdır?”
Kim soruyor, neden soruyor bunları? Çünkü haftaya başlayacak 15. İstanbul Bienali’nin küratörleri Elmgreen & Dragset bu yılın temasını “iyi bir komşu” olarak belirlemiş.
Benim gibi çocukken korktuğunda, üzüldüğünde, hastalandığında orada her daim açık bir komşu kapısı bulanlar için burun direği sızlatan bir tema. Biz yemek pişirirken tencere kapağını ödünç alabildiğin, annen işteyken okul dönüşü kendi evinmiş gibi karşı kapıyı çalıp yeni pişmiş kekle karşılandığın komşularla büyüdük, şanslıymışız.
Ama işler çocuk gözüne göründüğü kadar toz pembe miydi gerçekten?
Tamam, bugünkü gibi apartman kapısında karşılaşıp hangi daireye gittiğini bilmediğin, seninle ancak bir şikâyeti olduğunda muhatap olan yabancı değildi komşu. Ama dilin, dinin, ırkın, etnik kökenin, milliyetin nedeniyle sana düşman olan kişi olacağı ise aklının ucundan geçer miydi?
Çocuklar için yoktur böyle bir ayrım; kim iyi seksek oynuyorsa, kimin topu daha güzel zıplıyorsa odur gözde arkadaşın. Nerelidir, kimlerdendir, merak etmezsin.
Büyüklerin dünyasında işler öyle değil. Güzel zamanlarda herkes dost, başlar sıkıştığında hemen başlıyor, “biz” ve “onlar” ayrımları. Üstelik herkes de bu dünyanın ‘hancısı’ olarak kendini görüyor.
Kaç gündür 6-7 Eylül tanıklıklarını okuyorum; bu ülkenin utanç sayfalarının en karanlıklarından birinin 62. yıl dönümünde. Komşunun komşuya ettiklerini, dün sofranı paylaştıklarının ertesi gün nasıl seni yerinden yurdundan ettiklerini. Bianet’ten Tuba Akyol, evini terk etmek zorunda kalan binlerce Büyükadalı aileden İliadis’lerin oğlu Diamandi İliadis’le konuşmuş o günleri. “Kovarak değil her gün biraz daha korkutarak kaçırdılar bizi” diyor.
Kimi, nereden, hangi hakla kovuyoruz demeden.
Efsane futbolcu Lefter Küçükandonyadis’in anlattıkları sonra, “15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleriyle karşılaştım. En kötüsü, harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul’dan Emniyet Müdürü evime geldi. Gece gördüğü manzara karşısında ‘Aman Allah’ım’ dedi. Çok sordular kim yaptı diye; ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”
Keşke aradan geçen 62 yıl akılları başa getirmiş olsa, ayrımcılık, düşmanlık, ‘ötekileştirme’ kalmamış olsa da biz bunlara “Tarihten bir sayfa” gibi bakabilsek.
Ne mümkün. ‘Öteki” diye adlandırılanlar, istenmeyenler, itelenenler değişiyor ya da artıyor, birileri hâlâ kendini bu ülkenin tek sahibi, tek ‘hancısı’ sanıyor.
Ben vazgeçtim hastayken sana yemek pişirmesinden falan. İyi bir komşu seni evinden kovmasın, yeter.