Ta başından başlamak lazım, en başından. Erkek çocuklarını ve kız çocuklarını büyütürken öğrettiklerimizden. Erkekliğin birinci kuralının sevdiği kıza ‘sahip çıkmak’, kızların en büyük ihtiyacının da birine ‘sığınmak’, onun tarafından ‘korunmak’ olduğu gibi bilgiler var ya, onlardan.
Sevmeyi kadının üzerinde hak iddia etmek sanan erkekler yetiştirip salıyoruz sonra ortaya. “E sevdim, sahip çıktım, demek ki bana ait” diye baktığı kadının üzerine kurşun yağdırabiliyor sonunda. Çünkü “çok sevmişti hakim bey”.
Çok sevmenin cinayeti mazur gösteren bir şey olduğuna inanan kuşaklar yetiştiriyoruz el birliğiyle. “Ya benimsin ya toprağın” diyen şarkılarımızla, delikanlı adamın sevdiği kadını başkasına yar etmediği televizyon dizilerimizle ve tabii gencecik kadınları acımasızca katleden adamları “umutsuz aşık” ilan eden gazete başlıklarımızla.
Bu kan dondurucu “öldüresiye aşk” edebiyatımız yüzünden, bir genç kadın daha, gözümüzün içine baka baka, sosyal medyaya “Bir sapığım var, sokağa çıkmaya korkuyorum” yaza yaza yok oldu gitti.
Bir takıntılı erkek daha, düşüne planlaya bir kadının canını aldı.
İki gündür güzel mavi gözleriyle gözümüzün içine bakan fotoğraflarını içimiz sızlayarak
Durup durup kafamı kurcalayan bir konu. Her meslek bir eğitim gerektirirken, araç kullanmak ehliyete tabiyken, hayattaki en zor iş olan insan yetiştirmeye soyunmanın bu kadar kolay olması ne büyük talihsizlik. Aşıkken, mutluyken, gözün karşındakini kusursuz görürken, sorgusuz sualsiz yapabiliyor, şanslıysan birlikte, daha az şanslıysan ayrı ayrı ama dostane, üçüncü seçenekte de didişerek, savaşarak, acılar içinde büyütüyorsun. O ortamda büyüyen çocuklarda kalacak izleri siz hesap edin.
Zaten hayatına önemli bir yarayla; öldürülmüş bir eş ve yalnız büyütülmüş otizmli bir çocukla devam eden Deniz Uğur’un Reha Muhtar’dan olan sekiz yaşındaki ikizlerini almak için ettiği feryatlar çok iç acıtıcı.
Anlaşıldığı kadarıyla çocukların masraflarını karşılayacak maddi olanaklara sahip bir baba, bu yüzden onların velayetini ona verme anlaşmasını kendi haklarını koruyarak kabul etmiş bir anne var ortada.
Fakat bu hakları karşı tarafın onaylamadığı bir adım attığı, diyelim hoşuna gitmeyen bir erkek arkadaş edindiği zaman elinden alınıyor.
Sekiz yaşındaki çocukların annesi, onları görmesi gerektiği kadar sık göremiyor ve velayeti geri almak için hukuk mücadelesi başlatıyor.
Biz de bu arada Uğur’un
Sanıyorum bu hafta “Bir protesto nasıl tamamen ters tepip karşı sadece tarafın işine yarar?”ın bir örneğini yaşadık hep beraber. Taksi şoförlerimiz “Uber’e karşı ben de varım” dedikçe insanlar neden Uber’i tercih ettiklerini anlattılar sosyal medyada.
Hani duymayan bilmeyen varsa artık Uber’i biliyor ve üzgünüm ama “Taksiciler karşı olduğuna göre kesin iyi bir şeydir” diye uygulamayı indirdi bile.
Hani bir ses çıkarmak için eylem yapıyorsan, senin işinin olmazsa olmaz bir parçası olan yolcunun da desteğini almalısın değil mi? Türkiye’nin bütün taksi dernek ve kooperatifleri bir araya gelse ki görünüşe göre gelmiş, yolcunun gönlü yoksa senin araçlarına binmeye, illa başka bir alternatif aramaya devam edecektir. Zorla mı bindireceksin?
Veryansın etmeden önce İstanbul Taksi Sahipleri Yadımlaşma ve Dayanışma Derneği başkanının bir de üstelik FETÖ’ye benzeterek savaş açtığı Uber’in neden tercih edildiğine bir bakmak daha akıllıca olmaz mıydı?
Daha ucuz mu? Hayır, değil. Ama daha huzurlu. Değerli taksici arkadaşlar gün boyu trafikte direksiyon salladıkları için bütün sinir ve stresi kendi doğal hakları olarak görüyorlar ya, o tam olarak öyle değil. Bizler de işten çıkmış, yorulmuş, bunalmış
İşte bu, gerçekten. Nihayet bizim ülkemizde de sadece yakınmaktan ibaret kalan, asla bir yere ulaşmayan protesto kültürüne altenatif, yaratıcı, yapıcı, muzip bir eylem ortaya kondu: Geriye dönen 54. Antalya Ulusal Yarışma.
O nasıl bir şey? Şöyle ki, malumunuz bu sene Antalya Film Festivali’nde Ulusal Yarışma düzenlenmiyor. 54 yıllık tarihinde ilk defa. Kaldırıldı o kategori.
Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel bu kararı açıkladığından beri sektörden “Sinemanın can damarını kesmeyin” çağrıları geliyor ama görünüşe göre işiten yok.
En nihayet yönemen Kaan Müjdeci bu acıklı gidişe son veren bir fikir üretiyor: Madem ilgili makamlara seslenerek bir sonuca varılamıyor, alternatif bir ulusal yarışma neden düzenlenmesin? Bal gibi de düzenleniyor işte.
Dün Ayşe Arman’a verdiği röportajda “muzip bir yaramazlık” olarak tanımladığı bu planı nasıl hayata geçirdiğini anlatıyordu Müjdeci. Önce Antalya Film Festivali’nin resmi sitesi antalyaff.com’u inceliyor ve onu birebir kopyalayarak antalyaff.net sitesini kuruyor. Şu an o sayfayı açtığınızda hata yaptığını itiraf eden, “Ulusal Yarışmanın iptaline yönelik talihsiz karardan dönüldüğünü” müjdeleyen Menderes Türel’in açıklamasıyla
Ece’ye gittim geçtiğimiz gece. Asmalımescit’in son direnenlerinden 9 Ece Aksoy. Biraz soluklanıp iki tanıdık görmek için uğradığımız Yare, mal sahibinin manasız zam ısrarından beri boş duruyor ya; orayı yaratan gazeteci arkadaşımız Eray Özer de gelmiş Ece’ye katılmış. Birlikte daha güçlü olacaklarına inanmışlar.
Yediğim içtiğim benim olsun, onlar anlatılmaz tadılır, ben ‘G’ece Postası’ndan söz edeyim. Ece Aksoy’un arası sadece meyve sebzeyle değil, kağıt kalemle de iyi. Bunu ‘Milliyet Sanat’a yazdığı öykülerinden de biliyoruz ki, o öyküler bu sene Doğan Kitap’tan ‘Yemekte Rüzgar Var’ adıyla yayımlandı. Şimdi bir de gazeteci gelince yardıma, karar vermişler ilki 1999’da çıkan ‘G’ece Postası’nı canlandırmaya.
En küçük gazete
Dört yapraklı bir gazete, ‘G’ece Postası’. Üzerinde ‘En küçük gazete’ yazıyor ama içi dopdolu. Ece kalemini onunla beraber olan meyvelere, sebzelere ve eşyalara teslim etmiş. Mesela tahta sandalye olduktan sonra, huysuz sahibinden kurtulmak için bir an önce kırılmayı hayal eden meşe ağacını dinliyoruz. Ya da Eskişehir’in kırmızı toprağından Salih Usta’nın yaptığı güveç ve maydanoz sufle tarifi veriyor. Ece’nin diyar diyar dolaşarak topladığı malzemelerin hakkını
Haydarpaşa Garı’nda buluştuk Başak Köklükaya’yla. Dokuz sene sinemadan ayrı kalmış, bu sırada anne olmuş, oğlu Ali’yi büyütmüş, Pelin Esmer’in “İşe Yarar Bir Şey” filminin şair Leyla’sı olarak o çok yakıştığı perdeye dönmüştü.
Filmin çekildiği peronlarda, vagonlarda dolaştık, garın kedilerini besledik. Bagajında sokak hayvanları için mama taşıyanlardan Başak, muhtaç her canlı için içi titreyenlerden. Daha lohusayken, kendi bebeğinin ağlamadan karnı doyarken Çocuk Esirgeme’deki çocuklar ne yapıyordur diye düşünüp ağlayanlardan. Yanlışlıkla birini kıracak bir söz söylediğini ‘zannettiğinde’ uykusu kaçanlardan.
Bunları kendisi anlatmıyor, ben tanıdığım Başak Köklükaya’yı anlatıyorum. Yıllarca Zeki Demirkubuz’dan Çağan Irmak’a, Ferzan Özpetek’ten Taylan biraderlere memleketin en önemli yönetmenleriyle çalışmış, ödülleri sıraya dizmiş, buna karşılık ego denen şeyden zerre kadar nasibini almamış bir kadın bu. Çok naif, kırılgan, hassas bir kadın.
Ve biz kaç gündür onu hunharca hırpalıyoruz. Neden? Adana Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü alırken yaptığı konuşmadan ötürü.
Haydarpaşa’da yaptığımız röportaj Milliyet Sanat okurlarıyla buluşurken, biz de Adana Film Festivali’nde o
24. Adana Film Festivali tereddütlerle başladı bu yıl. Festival ekibi değişmişti, ne gibi sorunlarla karşılaşılacağı meçhuldü. Üstüne üstlük festivalin başlamasına bir hafta kala Danışma Kurulu “kaotik bir ortam”dan, “etik olmayan pazarlık yöntemleri”nden ve “ayrıntılarına girmeyi doğru bulmadıkları bir takım müdahaleler”den söz eden bir açıklama yayınlayarak istifa etti.
Biz de bir bilinmeze doğru yola çıktık. Ve evet, çok da yabancısı olmadığımız bir dizi sorunla karşılaştık. Otellerin birbirine girmesi, kimsenin koşullarından memnun olmaması zaten bir festival klasiğidir, onlara girmeyeceğim bile. Hele hele Adana’nın yeni ekibi için bu bir ilk denemedir, eminim seneye daha iyi olacaktır.
Ama bir film festivalinden asıl beklentimiz, filmlerin olabilecek en iyi koşullarda gösterebilmesi olmalıdır ki bence Adana’nın en acil ihtiyacı bu. Hiçbir uluslararası festivalde bir yarışma filmi patlak bir kolonla ve olduğundan birkaç ton karanlık olarak gösterilemez.
Onur Ünlü “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok”un gösteriminin ardından “Aslında karakterlerimizin yüzlerinin görülebildiği sahneler de var” diye açıklama yapmak durumunda kaldı, düşünün ki. Biz “Herhalde polisin gözleri kör oluyor
Sadece kadınlara yönelik işletilen yaş faşizminden gerçekten gına geldi. Bunu besleyen sinema televizyon piyasasından da... Sürekli olarak seyircinin algısıyla oynayıp kadınların 40’a bastıkları -hatta korkarım 35’i geçtikleri- gün teyzeye dönüştüğüne, artık beğenilemeyeceklerine, en fazla ellerinin öpülüp alına konacağına, erkeklerinse 80’e kadar seksi ve cazip delikanlılar olarak gezdiklerine ikna ediyorlar. Daha 40’ı yeni devirmiş kadınları yetişkin adamların annesi, aslında babaları olacak yaştaki beyefendilerin çocukluk aşkı olarak izlemekten gına geldi. Aşkın yaşıyla elbette derdim yok da, şu an biri 45 diğeri 65 yaşında olan iki insanın lise yıllarındayken yaşıt olduklarına inanmamız beklenince tatsız oluyor. Tabii bu sırada biri hâlâ Kazanova, diğeri çoktan eleğini asmış torun beklemekte.
‘Belli bir yaş’ diye bir şey var, ona bir tek kadınlar geliyor ve bunun bazı kuralları var. Cinsiyetsiz olmak mesela, kadın olmaktan vazgeçmek.
Yanlış gördük belki!
Geçen gün, tiyatro sahnelerinden gerçekten çok sevdiğim oyuncuların oynadığı ‘İstanbullu Gelin’i izlemekteyim. Bu oyuncuların da bence en parlaklarından ikisinin; Neslihan Yeldan ile Fatih Koyun-oğlu’nun bir sahnesi. Neslihan