Bir parktaki güvenlik görevlisinin ‘görevi’ nedir? Adının içinde ‘güvenlik’ sözcüğü geçtiğine göre, herhalde parka gelenlerin güvenliğini sağlamak. Hırsızlıktan, kapkaçtan, tacizden, artık bizim ülkemizde maalesef sıradan hale gelen tecavüzden korumak insanları. O park sınırları içerisinde huzur ve güven içinde dolaşabilmelerini garantialtına almak.
Peki, kıyafet polisliğini kim ekledi güvenlik görevlisinin görev tanımına? Nereden aldığı güç ve cesaretle Maçka Parkı’na gelen bir kadına “Bu kıyafetle parkta dolaşmana izin vermiyorum” diyerek onu dışarı çıkarmaya kalkışabilliyor? Üstelik bir de “Memelerini açamazsın” gibi bir ifade kullanabiliyor ki bu düpedüz taciz.
Öyle anlaşılıyor ki kadınlardan beklenen; bir takım yetkileri kendinden menkul erkeklerin paşa gönül kriterlerine göre giyinmeleri. Artık o bilir kişiler neyi fazla açık ya da aşırı kapalı buluyorsa, onların belirlediği sınırların içinde kalmamız gerekiyor. Yoksa saldırıya uğrayabilir, tekme yiyebilir, taciz edilebilir ve de başımıza gelecek her türlü belanın müsebbibi sayılırız.
Hakikaten yetti artık.
Sokaktaki adamların bu zihniyetiyle uğraştığımız yetmiyor, bir de asıl işleri kadınları onlara karşı korumak olması gereken
Amerika’da ALS hastalığına dikkat çekmek için icat edilen ‘ice bucket challenge’ bizim topraklara intikal ettiğinde, olayın ünlü insanlar ve onları kafalarından aşağı bir kova buzlu su dökerken izlemek isteyenler için bir eğlence olmaktan öteye geçeceğini ummamıştım. Normalde amaç hastalıkla mücadele eden derneğe para kazandırmaktı, bunu da “Ben yaptım, sen de var mısın?” diye diğer ünlülere isim isim meydan okuyan Justin Timberlake’ler, Mark Zuckenberg’ler aracılığıyla yapıyordu.
Bizde dökülen kova kova suyun ALS hastalarına faydalarını bilemeyeceğim, ama şu anda bu yöntemin, ‘buzlu susuz’ versiyonuyla çok önemli bir iş başarılmakta: Beyoğu Sineması sadakat kartı satışı ile salonu kurtarma.
Hafızalarımız yaşadığımız günle sınırlı; bir hatırlatma yapacak olursak, ıssızlaşan İstiklal Caddesi ile birlikte borçları boyunu aşan Beyoğlu Sineması da daha fazla dayanamayacak hale gelip temmuz itibariyle kapılarını kapatacağını açıklamıştı. Hepimiz perişan olmuştuk; gençliğimiz, çocukluğumuz elden gidiyor, anılarımızın üzerine kilit vuruluyordu. Beyoğlu Sineması kalan son kalelerdendi, onu da yaşatamamıştık vs vs.
Ağlamakla yetinmediler
Fakat bu kez beklenmedik bir şey oldu, ağlamakla
Cep telefonlarının kameralarıyla ilişkimizden ortaya gerçek bir ‘distopya’ çıktı. Şahsen ben hiç istemezdim insanoğlunun bu korkunç, sahte ve hastalıklı yönlerini görmeyi. Onları içimizde taşısak, ortaya dökecek mecra bulamasak, hatta kendimiz bile bilmesek iyiydi.
Artık hiçbir anımız sadece bize ait değil, olmasını da istemiyoruz zaten. Sergilemezsek anlamı olmuyor. Paylaşmak falan değil bunun adı, kimseyi kandırmayalım. Bunun adı teşhir ve bütün teşhir malları gibi de defolu.
Sevincimiz gerçek sevinç değil, uzaklara dalıp bakmamız sahte, aklımız fikrimiz nasıl daha iyi ‘görüneceğimizde’. Yüzümüzün daha iyi göründüğüne inandığımız bir tarafı var, hemen ona dönüyoruz kamera görünce. Bütün fotoğraflardaki gülüşü aynı olabilir mi insanın, belli ki o da çalışılmış ayna karşısında.
Fotoğraf yeni icat olmuş gibi konuştuğumun farkındayım, tabii ki eskiden de poz veriyorduk ama bu türlü değil. Bu insanın kendisini gördüğü, yaşadığı, rastladığı her şeyin önüne koyarak fotoğraflama merakı yeni. Evet ‘selfie’den söz ediyorum ya da ‘özçekim’den, dilimize yerleşemeyen haliyle. Ne sakıncası var, arkadaşlar bir aradayken topluca bir kareye girmiş oluyorlar işte, değil mi? Tabii, onun bir sakıncası
Şunu biliyoruz değil mi? Terapiye gidemeyen halkımız için, dededen kalma bir rahatlama yöntemi vardır: Taksiciyle sohbet etmek. Üstelik karşılıklı bir hizmettir bu. Taksici gününü tek başına dört tekerlekli bir kutuda geçiren kimsedir, bizim gibi onun mesai arkadaşı olmaz, delirmemek için iki çift laf etmeye ihtiyacı olur. Yolcu desen belki bir toplantıya gidiyordur, gün içindeki koşturması arasında yarım saatlik bir mecburi mola vermiştir, o yol da konuşmadan çekilmez.
Kendine göre kuralları olan bir iletişimdir bu. Önce aynadan bir göz teması kurar birbirini tartarsın, sonra işte ama havanın sıcaklığı, ama trafiğin yoğunluğu, bir konu atarsın ortaya. En zararsızından, ortam ölçerinden. Böylece karşınızdakinin sohbete gönlü var mı anlar, aynı fikirde olmasanız da konuşulabilir bir insan mı, tartar ve oradan aldığınız güçle daha ciddi konulara geçiş yaparsınız.
Hepimizin, belli ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) de gayet iyi bildiği gibi büyük olasılıkla politikaya gelir konu bir şekilde. O taksiden inerken iki taraf da birbirinin dünya görüşünü, en son kime oy verdiğini, mevcut hükümetten memnun olup olmadığını, gelecek seçimde ne yapmayı düşündüğünü bilmektedir. İş
Yaz geldi mi ortaya çıkan romantik komedilerdeki elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen, bir erkeğin kanatları olmaksızın nasıl hayatta kalacağından endişe ettiğimiz sakar ve şirin kızlardan o derece bıkmışız ki, Show TV’nin yeni dizisi ‘Kalp Atışı’nın Eylül’ü ilaç gibi geldi.
Öykü Karayel’de doğal olarak bulunan o kendinden emin, ‘cool’ halin de etkisiyle karşımızda kimseye eyvallahı olmayan, dikbaşlı, gayet mesafeli, hatta yer yer soğuk bir kadın karakter var. Lisedeyken tam bir baş belası olduğunu izledik, 12 yıl içinde gözükara ve parlak bir beyin cerrahına dönüştü.
Biz dizilerdeki kadın karakterlerin mesleklerini hobi gibi yapmalarına, iş yerine süs bebeği kontenjanından gitmelerine alışığız, Eylül haftada 12 saat uyuyacak kadar işkolik ve becerisiyle bütün erkek doktorları da sollayıp geçiyor.
Gene bildiğimiz kadın karakterler birine aşık oldular mı iyice şapşallaşır, arada ergen kaprisleri yaparlar, Eylül lisedeyken hocası şimdi de çalıştığı hastanede meslektaşı olan Ali Asaf’ın karşısında da aynı ‘cool’ tavrını koruyor.
Neticede, memnunuz Eylül’den, kadınların da kafasının çalışabileceğini gösteren, karizmatik bir karakter.
Buna karşılık onun hayatını değiştiren,
Sürekli bir şaşkınlık, bir hazırlıksız yakalanma, bir dost bildikleri arkasından vurmuş gibi ruh hali. Muhakkak son bilmem kaç yılın en şiddetli yağışı ve ‘kaçınılmaz olarak’ felç olan hayat. İstanbul olarak yaşadığımız kısır döngü bu. Bir iklimin değiştiğini, hatta buna bizzat insanın neden olduğunu, artık bize göre ‘zamansız’ yağmurlara’ da, ‘çöl sıcaklarına’ da alışmamız gerektiğini kabul edemedik, bir de o aniden bastıran yağmurların asfalt ve beton zeminlerden sızıp toprağa karışmadığını.
“Ortaköy Dereboyu Caddesi sele teslim!” “Terazidere Metro İstasyonu sular altında!” “Yağmur Bülbülderesi’ni gene vurdu!” “Kurbağalıdere ölüm kustu!”
Bunlar hep önceki günden haberler. Ihlamurdere’de arabalar yüzüyor, Büyükdere’de evleri su basıyor. Bunlar hep semt isimleri cadde, mahalle isimleri. Neden hepsinin içinden ‘dere’ geçiyor sizce? Neden yağmur durup durup ‘gene’ buraları vuruyor? Kastı mı var o semtlere?
Meteoroloji ve afet yönetimi profesörü Mikdat Kadıoğlu’nun yedi sene önceki bir yazısından aktarıyorum: “Dereler binlerce yıl bulunduğu yerde kâh cılız, kâh coşkun akar. İnsanlar taşkınlık yapıp derenin evine (yani sel tehlike bölgesine), yatak odasına (sel yatağına) ve yatağına
Yaşanan sayısız olaydan sonra şunu kabul etmek çok zor olmamalı aslında: Çocuklar, yetişkinler dünyasında sıkça istismara maruz kalıyor. Bunun istisnası yok, “komşu evde oturan namazında niyazında dede” ya da “çikolata veren toton bakkal amca” otomatik olarak güvenilir insan kategorisine girmez mesela.
Ya da okul, yurt, dershane, kurs güvenlidir, öğretmen öyle şey yapmaz, hele müdür haşa, denemez. Ev dahil her yerde her şey olabilir. Dolayısıyla biz el birliğiyle çocuklara kendilerini korumayı öğretmek zorundayız.
Çocuk tacizinin önlenmesiyle ilgili kurum ve kuruluşların hazırladığı broşürlere bakın; ilk maddelerden biri hep çocuğa kendisine dokunulmasına müsaade etmemesini söyler. Alınacak önlemlerin başında bu gelir.
Hal böyleyken, Cumhuriyet’in haberine göre Mersin Müftülüğü kuran kursu hocalarına bir seminer vermiş, öğrencileri olacak 4-6 yaş çocuklarına “kendilerini sevdirmek için çocuklara dokunmalarını, sarılmalarını, yanaklarını okşamalarını, öpmelerini” öğütlemiş.
Bunun yaratacağı tehlikeleri tahmin etmek için kötü niyetli, fesat düşünceli olmak gerekmiyor. Çocuklar yabancılardan çok tanıdıkları, saygı duydukları, güvendikleri insanların tacizine uğruyorlar. Kaldı ki öyle
Açık söyleyeyim, “Kendisi doktor ama bir de albüm çıkardı” diye duyduğum zaman, hobi olarak müzikle uğraşan bir heveskâr zannedip yeterli ilgiyi göstermemişim, hata etmişim. Selçuk Basa ismi, doktorluktan ayrı müzisyen olarak anılmayı çoktan hak diyormuş, bu yaz Off Gümüşlük’te canlı dinleyince, özellikle de bestelerini duyunca anlamış oldum. Doğal olarak onunla sahneyi paylaşmayı seçen piyanist Burçin Büke ve ne söylese iyi söyleyen opera şarkıcısı Güvenç Dağüstün’ün bir bildikleri varmış.
Prof. Dr. Selçuk Basa, özellikle çene cerrahisi alanında uluslararası üne sahip bir diş hekimi. Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi dekanlığı yaptığı bir dönemi de içeren, Acıbadem Üniversitesi’nde sürdürdüğü uzun bir akademik hayatı var. Halihazırda hekimliğe iki ayrı şehirde devam ediyor.
Yani normalde değil beste yapıp enstrüman çalacak, başını kaşıyacak zamanı olmaması lazım. Hal böyleyken, müzik belli ki her zaman hayatının önemli bir parçası olagelmiş, küçük yaşlardan beri şarkı yazmayı, piyano ve gitarla bunları çalmayı sürdürmüş. 2012’de de Kürşat Başar’ın abisi Yağmur Başar ile birlikte eski şarkılarını kaydetmişler. Bu arada çaldığı enstrümanlara saksafon da eklenmiş.
Enterasa