neredeyse herkesçe bilinse de şu veya bu sebepten hasır altı edilen ve asla kapanamayan yaraların kabuğunun kaldırılması, görünür kılınması, faillerinin teşhir edilmesi için seçilecek türlü türlü yol var. Kadınların çocukluktan itibaren yaşadıkları taciz - tecavüz vakalarını sosyal medyada açık ettiği “me too - ben de” kampanyası da bunlardan biri.
Amaç, taciz edilenlere toplumca telkin edilen utanma, susup oturma rolünün reddedilmesi, asıl utanması gerekenlerin kim olduğunun hatırlatılması. Bu şekilde, dile getirilmese de ne kadar yüksek bir taciz oranıyla yaşadığımızı anlatmış ve evet cümle içinde kullanmak gerekirse “farkındalık yaratmış” oluyoruz.
Ben çok gördüm “Gerçekten bu kadar çok kadının başına geliyor mu bu?” diye gözlerini kocaman açarak soran erkek. Muhtemelen sevgilileri, karıları bile onlara anlatmamış bugüne dek, anlatılmaz çünkü ve sen de “Bir tek benim başıma geldi bu utanç Allah’ım” diye ezile büzüle onunla yaşarsın. Ben ortaokulda sınıftaki kızlar oturup kendi başlarından geçen taciz vakalarını birbirine anlattığında anlamıştım bunun kimseye özel bir ‘utanç’ olmadığını.
Özetle, bastırılan, susturulan kesimin sesini çıkarmasını, insanların o kadınların, o kız
Pulitzer ödüllü ABD’li oyun yazarı Tennessee Williams’ın ölümsüz eseri ‘Arzu Tramvayı’ efsane kadrosuyla İstanbul sahnelerinde Arzu Tramvayı’na bin dediler, oradan Mezarlıklar Tramvayı’na aktarma yap dediler, oradan da altı sokak git...
Saçının telinden eteğinin ucuna kadar değil bu muhite, bu dünyaya bile ait olduğu şüpheli bir kadın, elinde bavulu, içinde kürkleri, tülleri, incileri, bir de hayal kırıklıklarıyla umutları, son kalan gücüyle kalkmış gelmiş, yıllardır görmediği kız kardeşi Stella’nın evini aramakta. İflah olmaz bir yalancı mı, çocuk saflığını muhafaza etmiş bir göz boyama ustası mı, onu izlediğimiz iki buçuk saat boyunca karar veremeyeceğiz. Tek emin olacağımız şey, Blanche’ın bu dünyayı sihir marifetiyle güzelleştirenlerden olduğu, bütün yalanı dolanı da - varsa - bunun için.
Ve bütün o pırıltı, Japon fenerleri, mum ışıkları, hayatı çıplak ampul ışığında görmeye alışmış, yasemin parfümünden, bütün o eflatun, pembe uçuş uçuş renklerden değil paranın yeşilinden etkilenenler için deli saçması. Misal, Stella’nın kocası Stanley için.
Yalan söylemiyor
Baldızı Blanche’ın gelişini ‘hem dövüp hem sevdiği’ karısı ve kendi gibi kaba saba poker ve bilardo arkadaşlarıyla kurduğu
Enteresan ülkeyiz gerçekten. Mağdur rolü kapanın elinde kalıyor. Bir müzisyen çıkıp “Bu yeni çıkan parça benim 2005 senesinde yaptığım besteye çok benziyor” diye meslek birliğine başvuruda bulunuyor. Görevi müzik eseri sahiplerinin haklarını korumak olan MSG’nin konuyla ilgili Teknik Bilim Kurulu besteleri inceliyor ve “Tempoları farklı olmakla birlikte ara nağmelerinin
aynı olduğu tespit edilmiştir” diye rapor yazıyor.
Şimdi burada kim mağdur? Normalde 2005’teki bestenin sahibi, değil mi? Hayır, bizde yeni çıkan şarkının bestecisi mağdur. Hemen bir “Meyve veren ağaç taşlanıyormuş meğer” edebiyatı, bir “Şöhetin bedeli buysa ününüz sizin olsun” hali. E aynı meyveyi daha önce başkası da vermiş onun hakları ne olacak?
Manuş Baba ile Atilla Yılmaz arasındaki “çalıntı beste” davası, “Manuş Baba’nın şarkısı çok tuttu, halbuki ötekini kim duymuştu ki?” noktasında bağlanacak neredeyse. Anlaşılan bir şeyin halk tarafından çok sevilmesi onu bütün şaibelerden
azade kılıyor.
Ben iki şarkı arasında
ciddi benzerlik bulanlardanım. Uzman değilim, ancak uzman kulaklar da aynı kanaatte. Ama buradan birinin diğerinden çaldığı sonucunu çıkarmıyorum. Tesadüf
İlk Şarkılar’, ‘Yeni Şarkılar’ derken, bir de ‘Güz Şarkıları’ geldi Fazıl Say’dan. Ünlü şairlerimizin bildik şiirlerinden bestelediği sekiz şarkı... Hani dinlerken şiiri ezbere okuyasınız geliyor, o derece tanıdık, ama benim gibi şiirin hakkının verilerek bestelenmesinin neredeyse imkansız olduğuna inananları da utandıracak kadar yeni ve özgün... “Bu şiir bu melodiyle de doğmuş olabilir” diye düşündüklerim oldu, öyle özetleyeyim.
Mesela Ece Ayhan’ın ‘Zambaklı Padişah’ından seçmelerden oluşan şarkı... Ya da Cemal Süreya’nın ‘Şiir’ adlı eserinden bestelenen ‘Usulcana’... Nazım Hikmet’in ‘Güz’ü bugünü beklemiş hep sanki. Behçet Aysan’ın ‘Aşk Prelüdleri’nin “Süngüler aşkı yasaklayamaz” diye haykıran bölümü de. Ahmed Arif’in ‘Vay Kurban’ından ‘Hasreti Uykularda’ şarkısı çıkmış, Attila İlhan’dan ‘Adım Sonbahar’.
Neredeyse hepsini saymış oldum. Daha önce Derya Köroğlu tarafından bestelenip hafızalarımıza kazındığı halde, kendini benimseten Can Yücel’in ‘Yeşilmişik’i ve Nazım Hikmet’in ‘Akrep Gibisin’le başladığı gibi usulca bitiyor albüm.
Hemen de başa dönüyor çünkü tadı damağınızda kalan, sözleri ve müziğiyle anında aklınıza yerleşen şarkılar bunlar.
Gurur duyabiliriz
Fazıl Say kartonet
Beşiktaş Belediyesi’nin Noel, Şeb-i Arus ve Hanuka etkinliklerini iptal ettiklerini bildiren açıklamalarını üzülerek okudum. Çok tanıdık ve çok endişe vericiydi her sefer olduğu gibi; “Ülke ve dünya gündemindeki gelişmeler dolayısıyla toplumun çeşitli katmanlarında oluşan hassasiyetleri göz önüne alarak kutuplaştırmayı artıracak faaliyetlerden kaçınmak adına...”
Türkçesi; “Birtakım yayın organları bizi hedef gösterdi, sosyal medyadan bazı insanlar olmadık iftiralarla üzerimize saldırdı, endişelendik”.
Beşiktaş’ta üç yıldır sorunsuz devam eden etkinlikler bunlar ve üç semavi dinden insanın bu şehirde, bu semtte bir arada dostluk ve barış içinde yaşamakta olduğunu simgeliyorlar. Bütün amaçları bu.
Hıristiyanlar Noel kutlarken aynı anda Mevlana’yı sevebiliyorlar çünkü ve onu anarak dinlerini değiştirmiş olmuyorlar. Aynı şekilde bir Müslüman Noel’i kutladı diye dinden imandan çıkmıyor, burası öyle bir şehir, yanı başınızda kilisede Noel ayini yapılabiliyor ve buna saygı duymak, hatta arzu ediyorsanız katılmak inancınıza halel getirmiyor. Ben sırf hoşuna gittiği için ya da bu günü Hıristiyan arkadaşlarıyla paylaşmak amacıyla kiliseye Noel ayinine giden insanlar tanıyorum.
Ya da yine
Serdar Biliş’in sahnelediği ‘Martı’, seyircinin dikkat ve merakını arasız 100 dakika boyunca ayakta tutan, zamanı ve zemini çok da belirgin bir olmayan bir yere taşısa da insan ruhuna dair özünü koruyan bir oyun
Bazı oyunlar var, yazarının ve de tiyatro literatürünün baş yapıtlarından biri olmakla kalmıyor; tiyatro seyircisinin göz bebeği oluyor. Onu pamuklara sarıp sarmalamak, çok farklı yorumlarından da kaçınmak istiyor insan genellikle. “Kuş kondurmaya gerek yok”, öyle değil mi?
Ama bazen de o kuş o metne konunca başka bir şey çıkıyor ortaya ve bu da ona farklı boyutlar katıyor. Yönetmen Serdar Biliş, tam da böyle ‘klasik’ denince akla gelen ilklerden olan metinleri alıp güncel bir yorumla sahnelemeyi seçenlerden. Belki kendisine koyduğu bir çıta var, sürekli aşmaya çalışıyor. Bu yüzden de oyunları seyirciyi ikiye bölüyor çoğunlukla; gözü gönlü klasik sahnelemeleri arayanlarla bu farklı oyunun tadını çıkaranlar olarak. İkisinin de kendince haklı noktaları var. Ben, söz konusu Serdar Biliş gibi dünya kurma becerisi olan bir yönetmen olunca, o klasiğin içinden günümüze dair neler çıkacağını merakla bekleyenlerdenim.
120 yıllık mesafe
Geçen yıl Shakespeare’in ‘Romeo & Juliet’ini bir
Çocuğunuzu okula niçin yollarsınız? Hani bunun “Mecburiyetten” gibi bir cevabı da olabilir de neticede temel amaç okumayı yazmayı söksün, mümkün olduğunca matematik, fizik, tarih, coğrafya, felsefe öğrensin, yaşadığı ülkeyi, dünyayı tanısın ve tabii kendisine uygun bir meslek seçme yolunda ilerlesin.
Okuldan beklentimiz bu.
Çocuğunu “Kızım hayırlı bir kısmet bulsun, iyi bir eş olmanın inceliklerini öğrensin” diye okula yollayan olduğunu sanmıyorum. Ya da “Oğlum küçükten eşini seçsin, aile sorumluluğu bilsin” gibi sebeplerle... “Kız nasıl istenir, kına nasıl yakılır, düğünde ne takılır” gibi bilgiler için de okula hacet yok. Komşu teyzelerimiz, cümle hısım akraba ne güne duruyor?
Hal böyleyken neden İstanbul’umuzun bir ortaokulunda derste çocuklara düğün dernek tatbikatı yaptırılıyor? Haber Cumhuriyet’ten Zehra Özdilek’e ait. Küçükçekmece Atakent mahallesinde bir ortaokulda geçiyor olay. Okula çocuğunu almaya giden bir veli, küçük gelinlerle, damatlarla ve onlara para takan öğretmenlerle karşılaşıp isyan ediyor. Ders Sosyal Bilgiler, konu geleneklerimiz, göreneklerimiz.
Diyebilirsiniz ki bu bir oyun, sahiden evlenmiyorlar ya. Sorun şu ki, bizim ülkemiz küçük yaşta evliliklerden
Türk tiyatrosunda usta oyunculuktan söz edeceksek, yıllardır bunda ‘çıta’yı tepeye koyan isimler vardır. Hani olur ya, artık üzerinde fikir birliğine varılmıştır; bir işte oynadığı zaman onun varlığı ‘artı bir’dir, geri kalanını konuşuruz. Zuhal Olcay gibi mesela... Onu tiyatroda izlemek bütün o ‘Balkon’ları, ‘Histeri’leri, ‘Dolu Düşün Boş Konuş’ları, ‘Nathalie’leri, ‘Şölen’leri düşününce; bambaşka bir deneyimdir.
Gelgelelim on parmağında on marifet var. Müzikte de oyunculukta olduğu kadar başarılı. Aynı sene hem albüm, hem dizi, hem tiyatro yapmayı tercih etmediği için bunları bir sıraya koyduğunu söylemişti yıllar önce bir röportajımızda ama ben gene de tiyatroya sekiz sene gibi bir ara vermesinin hepimiz adına talihsizlik olduğunu düşünüyorum.
O yüzden de ‘Aşk Halleri’ ile nihayet sahneye döndüğünü görmek, büyük bir müjde gibi geldi. Üstelik Işıl Kasapoğlu rejisi, karşısında Burak Sergen gibi bir usta oyuncu daha. Önce İzmir’de perde açan, bu hafta başında İstanbul prömiyerini yapan Elf Yapım prodüksiyonu ‘Aşk Halleri’, Hollandalı yazar Maria Goos’un ‘Doek!’ adlı oyununun Zeynep Avcı tarafından Türkçeleştirilmiş hali. Işık tasarımı Cem Yılmazer’e, müzik Selim Atakan’a, kostüm