‘Filmler varoluşumuzu perdeye getirir. İnsanları kendileri ve bazı sorunlar hakkında düşünmek için zorlar, kışkırtır, rahatsız ederler. Ama hiçbir zaman yanıtları vermezler’ demiş… Polisteki yozlaşmayı işleyen, ırkçılığı sorgulayan ve savaş karşıtı olup Hollywood’daki solcu avı esnasında Avrupa’ya kaçan ünlü yönetmen Joseph Losey! Gerçekten de sinema, bir eğlence aracı olmanın ötesinde hayatı sorgulamamızı ve filmlerle gerçekleri bağdaştırıp çevremizde-dünyada yaşanan gelişmeler hakkında görüş geliştirmemizi sağlayan bir sanat dalı. Bu nedenle kısır bir konuyu uzun uzadıya işlemeye çabalayan, birbirlerini taklit ederek ilerleyip yaratıcılığı sıfırlayan dizilere kıyasla kaliteli filmlerin izlenmesi daha faydalı.
Nitekim televizyon izleyicisi de bu durumu boş geçmemekte. Ekrandaki filmlerin, dizilerle kıyasıya çekişme içinde olması bu alışkanlığı körüklemekte. Eskiye oranla filmlere daha önem verir hale gelip kısa süre önce vizyonda olan yapımları ekrana taşıyan kanallar da, aldıkları reytinglerle sinemaya önem vermenin karşılığını görüyorlar zaten.
Öte yandan dizilerden çıkan filmler de bir dolu. Nasıl ki bunun son örneği, ‘The Man From U.N.C.L.E.’ olmuştu. 60’lı yılların
‘Western’ dendiğinde akla gelen ilk şey kuşkusuz, atlarının üstünde hava atan, birbirlerine meydan okuyan kovboylar… Çocukların oyunlarında da yer bulup pek çok kaliteli yapımla gönüllerde taht kuran western filmleri geçmişten günümüze beyazperdedeki cazibesini koruyan bir tür. Yanı sıra televizyonda da hayli ilgi gören örnekleri mevcut… Bunlardan biri de, 70’li yılların sonunda TRT’de gösterilen ve tutkuya dönüşen ‘Küçük Ev’!
2000-2002 yılları arasında Kanal 7’de tekrarlarıyla yer bulan bu diziden daha eski olan ‘Bonanza’ da ekranda ilgi gören western’lerden. Yakın tarihteki öne çıkan örneklerden birkaçını sayacak olursak… ‘Vegas’, ‘Ouick Draw’, ‘The Pinkertons’, ‘Killer Women’ ve 2016’da yayınlanmaya başlayacak olan bilim kurgu western türündeki HBO yapımı ‘Westworld’…
Kısacası ‘western’ her devirde geçer akçe! Nasıl ki, yüz yıla yakın mazisi olan western yapımlara Yeşilçam’da da ilgi gösterilmiş. 1960’lı-70’li yıllarda bolca çekilen Yeşilçam western’lerinden ilki 1962 yapımı olan, Nuri Akıncı’nın ‘Beş Hikâye’si… Daha sonra bir furyaya dönüşen kovboy merakı, sinema tarihimize Cüneyt Arkın, Sadri Alışık, Ayhan Işık gibi ünlü isimlerin boy gösterdiği pek çok Türk western’i
Yeni sezon başlangıcını sürpriz yaratamadan gerçekleştiren ‘Güllerin Savaşı’, beklentileri boşa çıkartan bir bölüm sunmuştu bize. ‘Marazlı genç’ olarak Gülru’nun vicdanını gıcıklayan Cihan için farklı bir acındırma senaryosu yaratan dizi, Ömer-Gülfem ilişkisini sürdürme formülünü de yine Gülru üstünden yapmayı tercih etmişti. Tabii yeni sezonda roller değişmişti bir parça ama yine de, Cihan ile Gülru arasındaki ilişkiyi sonlandırıp farklı bir yol haritası çizmek yerine, dizinin aynı konu çevresinde dönüp duracağı belliydi.
Bu bakış açısıyla değerlendirmiştim, yeni sezon başlangıcını. Aslında ilk bölümden itibaren vurguladığım üzere, Gülfem’i canlandıran Canan Ergüder’in şahane performansı olmasa kayda değer bir yönü de yoktu devam bölümünün. Hele tipik Türk kızı fanatizmi sergilemeye müsait Çiçek kızımızın Hekimoğlu olmasıyla daha da cesaret kazanan sorgucu ve her duruma maydanoz bilmiş halleri tam anlamıyla sinir bozucuydu. Mantar gibi her yerden biten, para için kendinden geçen Yonca da, kimseden şöyle okkalı bir şekilde ağzının payını almadığı için, çizmeyi bir hayli aşmış durumdaydı.
Neyse ki, birdenbire sırnaşıklaşan ve çılgınlaşan Halide’yi yani öz annesini, cehenneme
Sanat nedir? Kaynak tanımlarına göre, en geniş anlamıyla yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi… İyi, güzel de… Herkesin bir hayal dünyası ve yaratma gücü var nihayetinde. Bu motivasyonla da içinden geldiğince yapıtlar çıkartabilir ortaya. Peki, bu durumda neleri ‘sanat’ olarak değerlendirebiliriz? İşte ‘sanat’ denilen kavramın asıl olayı burada başlıyor, tabii karmaşası da!
Tarih boyunca nelerin ‘sanat’ olarak kabul edileceğine dair çeşitli fikirler türetilmiş. Sürekli değişime uğrayan bu görüşlerin buluştuğu ortak bir payda da olamamış üstelik. Günümüzde kimileri için ‘sanat’ çok basit, kimilerine göre de tanımlanamayan bir kavram. Hatta zanaat ile sanatı birbirinin içine sokanlar dahi mevcut. Buna bir de popüler kültürün yaklaşımını eklersek ‘sanat’ olayına bakış iyice karmaşıklaşıyor. Ancak bir gerçek var ki, o hiç değişmiyor.
İster başat biçim diyerek sanatsal kombinasyonlar kurmaya çalışın… İster duyguların dışavurumu olarak kabul edip sanatı, zanaattan ayırın… İsterseniz sanatı kurumsallaştıranlara karşı, bunun açık ve tanımlanamaz bir kavram olduğunu savunun. Mağara resimlerinden günümüzün çağdaş sanatına, realizmden gerçeküstücülüğe… İnsanın hayal gücü ve
Karadeniz insanının hırçınlığından espriler üretip bunu aşkın duygusallığıyla harmanlayan ‘İnadına Aşk’, Fox TV’nin yaz ekranındaki romantik komedi seçeneği olarak yerini aldığında, izleyiciyi çekebilmesi konusunda biraz kuşkuluydum doğrusu. ‘‘Fox’un Yaz Dizilerine Bakış’’ isimli yazımda ‘İnadına Aşk Olabilir Mi’ başlığı altında bu kuşkularımı dile getirmiştim.
Gerçi yapımcılığını Sinegraf’ın üstlendiği dizinin, yönetmen koltuğunda Osman Sınav bulunuyordu. Dolayısıyla Türk seyircisinin beğenisine hitap eden yapımlara imza atmakta usta olan Osman Sınav’ın varlığı bana göre dizi lehine bir avantajdı. Ancak bu olgu başlı başına yeterli olamazdı tabii ki. Zira sinemanın aksine uzun süreli dizilerde izleyiciyi aynı oranda tutabilmek için ilave detaylara da ihtiyaç vardı. Bu noktada öykünün dilinin çekiciliği ve romantik komedilerin çift merakını tatmine uygunluğu devreye giriyordu.
Nitekim diğer yapımlardan farklı bir tempoyla sessiz ve derinden yaz dizisi yarışına dâhil olan ‘İnadına Aşk’ tüm bu detayları eksiksiz yerine getirerek sağlam bir yer edindi kendine. Üstelik de abartılı oyuncu popülerliğine yönelmeden ve yapay canlandırmalara gerek duymadan ‘İnadına Aşk’ olabildi.
P
Kurgular ve gerçekler… Yaşam ve ölüm kadar birbirinden kopamayan, iç içe geçmiş olgular. Dolayısıyla bunları ayrıştırmak mümkün değil. Hal böyleyken kurguların gerçek yaşamı yansıttığını düşünüp gerçekleşen olayları da, prototipleri kurgularda işlenmiş projelerin uygulama aşaması olarak değerlendirebiliriz.
Nasıl ki, ülkemizde Ekim’de gösterime girecek olan ‘Marslı/The Martian’ filmi Mars’taki Robinson Cruseo hayatı üstüneyse, bu kurgunun gerçek yaşamdaki izdüşümü de Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın Mars’taki yaşam koşullarını simule ederek başlattığı bir yıllık yalnızlık deneyi… Yani bu örnekten de görüldüğü gibi kurguların gerçekte mutlak bir karşılığı bulunmakta!
İkinci Dünya Savaşı esnasında ünlü isimlerle sürdürülen, sonrasındaki soğuk savaş dönemindeyse hız kesmeden devam edip 60’lı yıllarda dizilere dahi konu olarak itibar gören ajanlık olayında da durum aynı. Gerçi Amerika ile Rusya arasında bahar rüzgârlarının estiği günümüzde, ajanlığın geçmişteki kadar popülaritesi yok. Hele bir de teknolojik yeniliklerin haber almayı hayli kolaylaştırdığını düşünürsek Hollywood’un yeni ajan kurguları bir parça havada kalıyor ama… Yine de tıpkı insanlarda olduğu gibi
Sıcaklar tüm hızıyla sürse bile yaz aylarını ardımızda bıraktığımız bir gerçek. Bu da demek oluyor ki, her alanda yeni sezon telaşı başlıyor. Nitekim bunun en iyi gözlemlendiği yer ekranlar… Kanallarda harıl harıl bir telaş var bugünlerde. Gerek ikinci sezonlarına girmek için motor diyen yapımlarındaki revizyonlara, gerekse yenilere gösterilen özene bakılınca hayli çekişmeli bir sezon yaşanacağı yönünde bir tablo çıkıyor karşımıza.
Aylardır adından söz ettirerek merak çıtasını yükselten ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ı 8 Eylül’de yayınlamaya başlayacak olan… Aldatılan kadınların hikâyesini anlatan ‘Evli ve Öfkeli’ için motor diyen… ‘Kara Ekmek’i yeni isimleri kadrosuna katarak sezona hazırlayan ATV’deki durum da bu çekişmeciliğin hararetini gösterecek türden. Kanalın sevilen dizisi ‘Kertenkele’yi bu açıdan değerlendirecek olursak…
‘KERTENKELE’ NASIL GELİŞİR?
Yayınlandığı ilk günden itibaren beğeni toplamasının yanı sıra haksız eleştirilere de maruz kalan ‘Kertenkele’, yarattığı farklı imam tipiyle hem çok beğenildi hem de bir dolu yapıcı mesajlarla izleyiciyi bilinçlendirdi.
Bölümler boyu Komiser Ünsal ile kovalamaca yaşarken hayırsever hırsız-sahte imam karmasındaki
Çömez yakınıyormuş: Bize öyküler anlatıyorsun ama anlamlarını açmıyorsun… Usta yanıt vermiş: Biri sana meyveyi çiğneyerek ikram etse hoşuna gider miydi?
Evet… Paul Brunton böyle diyor ama ne yazık ki gittikçe zorlaşan yaşam şartlarının yüküyle ne yapacağını şaşıranlar meyve bulma derdine düşmüşken, bazıları da ayrıcalıklı köşelerine kurularak kendilerine sunulacak çiğnenmiş meyveyi beklemeyi tercih ediyor. Aslında burada önemli olan meyvenin nasıl ikram edilip yendiğinden ziyade, ne amaçla ikram edildiği! Çünkü kimi zaman anlatılan öykülerin daha iyi özümsenmesi için anlamlarını açmak gerekebilir. Ya da tıpkı yavrularını besleyen kuşlar gibi daha iyi hazmedilmesi için, meyve, ezilerek de ikram edilebilir. Yani olayın bu yönü bir yere kadar normal ve sorgulanmayı gerektirmez. Bunlara karşılık gerçek şu ki, kimse kimseye durduk yerde hazırlop bir şey de takdim etmez. Kısacası her alışın bir verişi, her kazancın bir de bedeli var. İşte asıl üstünde titizlenilmesi gereken de bu bedel kısmı!
Günümüzde farklı kesimlerde kendini gösteren ‘çabuk sonuca ulaşma’ arzusu, beslenmeden para kazanma temposuna, türlü yan gelişimleri beraberinde getirmekte. Bu arzuyu duyanlardan azami