Toplumsal ve bireysel yanlışları vurgulamak, onları sorgulamak ve başkalarını bilinçlendirmek insan olmanın gereklerinden… Zira doğruya varabilmek için yanlışları görmeyi bilmek şart. Dolayısıyla yanlış yapmak insanın doğasında varsa, bunları düzeltme bilinci de yanlışları görenlerin vazifesi olmalı bir bakıma! Nasıl ki, Albert Einstein da ‘Yanlış yapmayan insan yoktur. İnsanlık yanlışını kabul ve düzeltmekle olur’ sözüyle saptamış bu gerçeği. Lakin insan doğasının yanlışlara kolayca meylettiği gerçeğinde, hatalı ve zararlı olanı anlatıp doğruları işaret etmenin pek kolay olmadığı muhakkak.
İşte tam bu noktada gündelik hayatın renklendiricileri olan kurguların varlığı çıkıyor karşımıza. Özellikle toplumu kapsayan konularda içine düşülen yanlışlara veya şiddet gibi yozlaşmışlıklara dikkat çekmek için bunlara dair mesajları günlük rutinimizde çokça yer tutan kurgulara malzeme yapmak iyi bir formül.
Nitekim özellikle bu sezonun dizilerinde yaşamın içindeki yanlışları gösterme hususunda sıkça mesajcılığa yer verildiğini görüyoruz. Mesela… Doktor dizilerinde sağlık konusundaki yanlışlarımıza dikkat çekilirken, diğer yapımlarda da kadına yönelik şiddet, insanların daha çok kazanç
Mucizeler… Kimine göre gerçek, kimine göre boş bir umut. Lakin kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin… Yaşamın en büyük mucize olduğu gerçeğine karşı sürekli arayışta olan insanlığın özellikle dara düşülen anlarda baş beklentileridir, mucizeler. Nitekim hayatla mucizenin kesişimini, ‘Hayat iki şekilde yaşanır: ya hiç mucize yokmuş gibi, ya da her şey birer mucizeymiş gibi’ sözüyle saptamış Albert Einstein.
Bu durumda mucize yokmuş gibi yaşayanları tercihleriyle baş başa bırakıp mucizeden yana tavır koymak en iyisi galiba. Zira öyle veya böyle mucize herkese gerekebilir sonuçta. Özellikle günümüzde! Eskiye kıyasla daha çok varlığını hissettiren deprem korkusu yetmiyormuş gibi bir de Dünya Sağlık Örgütü’ne Uluslararası Acil Durum ilan ettirecek düzeye ulaşan corona virüsünün ölümcül gerçeği insanlığı kırıp geçerken mucizeleri daha çok arzular hale gelmek işten bile değil.
Öte yandan gerçek hayatta karşılaşamayacağımız türden mucizelerin kurgulardaki varlığını da yabana atmamak lazım. Çünkü buralarda sergilenen mucizevî gelişimlerin bizi gerçeklerden uzaklaştırıp üstümüze çöken karamsarlığı atmamızı sağlama gücü olabiliyor bazen.
Nasıl ki, yaşamın içindekinin ötesine geçen
Ağlamak kolay, gülmek zordur çoğu insan için. Zira doğamız, hüzünden yana tavır koyar genelde. Başkalarının sevincini-mutluluğunu kıskanan ya da görmezden gelenler, acıları izlemekten, yaşanan hüzünler üstüne ahkâm kesmekten geri durmazlar. Hani W. Mason’ın da dediği gibi… Acıda her zaman tadılmayan muhteşem bir zevk vardır!
Nitekim kurgulara karşı yaklaşım da bu doğrultuda gelişiyor genelde. Komedi yapmaya kalkanlar, dramatik içeriklerden daha büyük bir risk alıyorlar. Ağıtlar-haykırışlarla dolu yaşamları işleyen, suç dünyasının içine dalan yapımları baş tacı eden izleyicinin önüne konan komediler için ekranda kalıcı olmak kolay değil. İnsanları ağlatmak veya içlerindeki kahramanlık-şiddet duygularına dokunmak, çiftlerle izleyiciyi çekmek daha basitken herkesin algısına uygun mizah geliştirmek şans neredeyse. Anlayacağını komediyi tutturmak zor iş!
Hele hele algı çıtasını daha da yükseğe çeken absürt komediye niyetlenilmişse bu zorluk misliyle artıyor. Eleştiri bolluğundan geçilmemesi bir yana, silahların gölgesindeki içeriklerin ve katakullili dramalara karşı rekabet gücü de iyice dibe vuruyor. Nasıl ki, TRT 1’in ‘Tutunamayanları’ da bu gerçeklerle mücadele edip tutunma
Rekabet… Toplumların, bireylerin ilerlemesinde önemli bir etken. Rekabet sayesinde pek çok yeniliğin önü açılır, işlerin kalitesi artar ve insanlar kendilerini geliştirme ihtiyacı duyar. Nasıl ki, ‘Varoluş mücadelesinde ilerleme esas olarak rekabete bağlıdır. Rakiplerin sayısı arttıkça mücadele daha da sertleşir ve neticesinde evrim süreci de hızlanır’ demiş, modern antropolojinin kurucularından yazar James G. Frazer. Dolayısıyla hangi alanda olursa olsun rekabetten çekinmemek, aksine rekabeti körükleyecek adımlar atmak önemli!
Nitekim yeni yılın tatil sürecinin bitmesiyle birlikte ellerindekileri dökmeye başlayan kanalların yarattığı dizi rekabetçiliğini de bu kapsamda değerlendirmek lazım. Zira kimin ortaya koyduğu hikâye daha sağlamsa, hangi yapımın akışı daha sürükleyiciyse onun diğerlerini geçtiği bir rekabetçilik, izleyicinin lehine olacaktır her daim. Ekran karşısına geçenler, daha kaliteli ve farklı işleri izleme fırsatı bulacaktır neticede.
Ancak belli klişelere takılıp kalanların ve silahların hâkimiyetindeki maçoluklardan hoşlananların yarattığı beğeni kriterlerinin, bu rekabet ortamını dar kalıplarla kısıtlamış olduğu da bir gerçek. Onun için ekrana sürülen
Değerlendirme yapmak, eleştirmek… Özünde boş meşgale gibi dursalar da ‘bakış açısı’ yaratma ve eksikleri-artıları gösterip daha iyiye yönlendirme özelliklerinden dolayı herhangi bir konuda yapılan kritiklerin, övgülerin-yergilerin özel bir yeri olduğu muhakkak. Ayrıca övgü ile yerginin, ne kadar birbirlerine zıt anlamlar taşısalar da, temelde kesiştikleri bir gerçek. Nasıl ki, deha ile delilik arasında ince bir çizgi varsa, övgü ile yergi için de durum aynı… Zira övgünün yergiye, ya da yerginin övgüye dönüşümü rahatlıkla mümkün!
Nitekim gerçekte dünyada sıkça yaşanan bu değerlendirme ikilemi kurgularda da geçerli. Bir yapım, olumlu yönlerinden dolayı kimilerince övülürken aynı işin olumsuzluklarına takılanlar tarafından rahatlıkla yergiye layık görülebilir. Dolayısıyla hak yememek ve ederinden fazla yüceltmemek için artısıyla eksisiyle bakmak lazım her işe. Ben de, her zaman olduğu gibi, Netflix’in ‘Atiye’sini değerlendirirken bu mantıkla yaklaşmayı tercih ediyorum.
Yani kimilerinin yaptığı gibi, sırf Netflix’te varlık gösteren ‘yerli iş’ olduğu için övgüye boğmanın veya yabancı yapım sevdasıyla eziklenip ‘Atiye’yi yergiyle gömmenin yanlış olduğu kanaatindeyim. O nedenle
Yeni yılla birlikte yepyeni dizilere parlamaya niyetlenen ekranlarımız ilginç tatlar sunacak gibi görünüyor. Tanıtımı yapılan işler, dizicilerin fark yaratmak için kolları sıvadıklarının habercisi adeta. Kuşkusuz devreye girecek yapımların, farklılıklarla ekranı renklendirme özelliğinin yanı sıra, mevcut işleri olumsuz etkileme ve zorlu olan yarışı daha körükleme yönü de mevcut.
Ancak bu noktada felsefi düşünceleriyle değişik bakış açıları sunan Osho’nun ‘Farklılıklar, farklı yaklaşımlar, farklı fikirler olduğu için hayat zengindir’ mantığını hatırlatmak isterim! Bu mantık çerçevesinde farklılıkları benimsemek ve onlardan ürkmek yerine kaliteyi yükselten farklılıklara destek vermek lazım.
Öte yandan, yenilikler yaratma hususunda, dizi-film platformlarının eskiye oranla daha fazla ilgi görür olmasının televizyon yayıncılığı üstünde yarattığı baskıyı da göz ardı edemeyiz. Netflix, BluTV gibi platformların rekabeti kızıştırma gücünün, kanalların sürekli yeni yapımlar devreye sokarak yarattıkları farklılık çabasında etkisi vardır muhakkak. Sezon kavramını tüketen ekran dünyasındaki dizi sirkülâsyonunda hal böyleyken, 2020’de fark yaratma potansiyelindeki işler cephesine
Zaman… Kimine göre sessiz bir testere, kimine göre de yaraları iyi eden en kuvvetli ilaç. Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bizim irademiz dışında akıp gidiyor sonuçta. İşte bir yılın daha sonuna geldik. Biz hayat mücadelesine dalmışken akıp gitti koskoca bir yıl ömrümüzden. Elde kalan, geleceğe aktarılan ne oldu peki?
Yaşanmışlıkların hüsranlarıyla güzellikleri kol kola yol aldı… Çabaların iniş-çıkışlarında, başarılarla yenilgiler harmanlandı. Zamanın acımasız potasında eriyip gidenlerden sıyrılmayı başararak geleceğe iz bırakanlar da oldu elbet bu esnada. Ünlü düşünür Voltaire’in ‘Zaman, istikbalin nesillerine aktarılmaya layık olmayan ne varsa, onları karanlıklara iter ve gerçekten büyük olan hareketleri ebedileştirir’ sözüyle vurguladığı gibi… Zaman; layık olanları, eğrisiyle-doğrusuyla ‘büyük’ sıfatını gerçekten hak edenleri unutulmaz kıldı sonuçta!
Nitekim bu gerçek ekranda boy gösteren yapımlar için de geçerliydi her daim. Nasıl ki, geçmişten günümüze halen hafızalarda olan işler varsa, bugünden de geleceğe iz bırakan işler çıkacaktı kurgu dünyasından. Çıktı da! Gerçi şimdilerde eskisi kadar önemsenmiyor bu ‘akılda kalma’ detayı ama… Ben yine de, iyisiyle kötüsüyle
Her biri yaşanmışlıklara dayanan ve tecrübelerin yarattığı derinliğe sahip olan sözleri çok severim. Zira önemseyenler için yol gösterici özellikleri vardır. Nasıl ki, Ziya Paşa’nın nasihatten anlamayanlara yönelik ‘Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir. Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir’ sözü de bu bağlamda sıkça kullanılması gerekenlerden. Özellikle günümüzün yükselen değeri haline gelip yaşamdan kurgulara hemen her alanda karşımıza çıkan ‘Ben yaptım, oldu’ mantığına ve yükseklerden uçma kibrine karşı tam manasıyla ‘isabetli cevap’ konumunda. Gerçi bu kafalara ne tekdir, ne de alınan darbenin yıkıcılığı fayda etmez ya… O da ayrı. Biz yine de Ziya Paşa’nın sözünü tekrarlayalım… ‘Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir. Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir’!
Şimdi efendim, böyle tekdirli-kötekli bir başlangıca niçin ihtiyaç duydun derseniz… Hemen açıklayayım.
Başlıktan da anlaşılacağı üzere, hedefimizde ‘Ferhat ile Şirin’ var. Daha doğrusu bu çağları aşıp gelen destansı aşkın Nazım Hikmet yorumundan yapılmaya çalışıldığı belirtilen ‘uyarlama fiyaskosu’ var. Çünkü ‘Keşke hiç heveslenilmeseymiş de Ferhat ile Şirin fiyasko diziler kanadında yer almasaymış’ dedirten türden bir