Salgının mümkün olan en az hasarla atlatılması için evlerde kalma zorunluluğu getirilenler için zaman geçirme adına türlü seçenekler sunulmakta malumunuz. Online konserler, Royal Opera House’un ücretsiz izlenime açılan bale-opera gösterileri, online kütüphaneler ve evde ayağımıza getirilen çeşitli aktivite… İsteyen istediğini seçer. İlaveten ekranlarda da nostaljik rüzgar esmekte bu süreçte. Yerli-yabancı eski diziler ve nicesi mevcut.
Hafta sonlarına sokağa çıkma yasağı getirilen bu süreçte aileleriyle birlikte çocukların da unutulmadığı muhakkak. Nitekim Uluslararası medya kuruluşu SPI International bünyesinde yer alan önde gelen film ve dizi kanalı FilmBox da, bugünlerde evlerimizde geçirdiğimiz sürenin daha eğlenceli geçmesine destek olmak için kolları sıvamış. Kanalın Nisan ayı yayın akışında, çocuklara özel zengin bir içerik sunulmakta.
Birbirinden güzel animasyonlar ve çocuk oyuncuların sürüklediği filmlerin yer aldığı kanalda, büyülü zamanlar ve ülkelerin yanı sıra hayvanlarla kurulan sıcak dostluklar da sergilenmekte. Böylece tüm ailenin birlikte zevkle izleyeceği öyküler sayesinde çocuklarımızla beraber evde geçirdiğimiz zamanlara, özellik taşıyan yapımlarla renk
Ölümcül varlığıyla dünyayı etkisi altına alıp hayattaki her şeyin ne denli pamuk iğliğine bağlı olduğunu hatırlatan salgın tehlikesi gündelik yaşamımızı, alışkanlıklarımızı fazlasıyla etkilemiş halde. Ekranlardan yapılan açıklamalar durumun ciddiyetini ortaya koyarken bunlara kulak vermemek büyük hata olur. Dolayısıyla 20 yaş altı ve 65 yaş üstü vatandaşların sokağa çıkmalarının yasaklandığı, kalan kesime de zorunluluk harici dışarı çıkmayıp ‘#EvdeKal’ tavsiyesinde bulunulduğu bu sürece uygun davranmak, televizyondaki kamu spotlarını dikkate almak gerek kendi sağlığımız, gerekse ailemiz ve toplumumuz için çok önemli.
Öte yandan uyarı ve yasaklar gereğince ‘#EvdeKal’ırken ruhsal sağlığımıza destek olacak, moral verecek meşgalelerin önemini de göz ardı etmemek lazım. Kuşkusuz herkes kendince bir yol bulacaktır bu hususta. Ancak genele hitap noktasında televizyonların ve internetin gücü ön planda her daim.
Nitekim daha önce de çeşitli vesilelerle vurguladığımız bu detay doğrultusunda TRT’nin yeni bir hamlesinin mevcut olduğunu duyurmak isterim.
Şöyle ki; ‘EV HAYAT DOLU’ sloganıyla yayın akışını değiştiren TRT, kişisel risk almamak adına ve toplum sağlığı bilinciyle ‘#EvdeKal’
Gülmek… İç ve dış uyaranlara karşı gösterilen fiziksel reaksiyon olmanın ötesinde… İnsanın zihnindeki tedirginlikleri bir nebze de olsa yatıştırıp huzur veren; yaşamın kaygılarını baskılayıp güzelliklerini hatırlatan bir duygu yansıması. Nasıl ki, komedinin ölümsüz isimlerinden olan Moliere de ‘ İnsan, gülebildiği kadar insandır’ demiş.
Anlayacağınız ‘gülmek’ hayatımızda büyük bir öneme sahip. Özellikle de, her an salgının bir parçası olma tedirginliğini hissettiğimiz şu zorlu günlerde moral bulmak ve ruh sağlığımızı korumak için bu reaksiyonu tekrarlamaya çokça ihtiyaç duyarken. Lakin gerek maddi gerekse manevi açıdan o denli karamsarlık hâkim ki yaşamın gerçeklerine… Gülmek için sebep bulmakta zorlanmamak imkânsız.
Gerçi sosyal medyadaki paylaşımlar, kimilerinin ölümcül sonuçlar doğuran virüsle dahi dalga geçecek potansiyele sahip olduğunu gösteriyor ama… Yine de gerçeklere duyarlı ve kaygılı bireylerin aynı mantığa sahip olamayacağı ortada. Dolayısıyla izole bir yaşam sürmeye mecbur kaldığımız bu zor zamanlarda bizi güldürecek gerçek anlamda mizahlara ihtiyaç var.
İşte bu noktada bir kez daha kurguların varlığı bize destek verecek, motivasyon sağlayacak faktörler
Dünyanın bir yerinde, yanlış bir domuz yanlış bir yarasaya denk düşer ve bu karşılaşmadan, güçlü reseptörlerle insan beyninin ve akciğerlerinin hücrelerine bağlanan, ölümcül bir virüs ortaya çıkar. Kolaylaşan ulaşım, küreselleşen dünyada gelişen iş ortaklıklarıyla iç içe giren insanlar, kıtalararası transfer edilen besin maddeleri…
Bunların her biri, büyük salgınlara sebep olacak virüslerin binlerce kilometre öteye taşınmasına ve rahatlıkla tüm dünyaya yayılmasına aracılık eden unsurlar. Bir insan günde kaç kere yüzüne dokunur? Oturup saymaya gerek yok. Bilim adamlarına göre, 3-5 bin defa! Bu istem dışı alışkanlıkla yüzeylere bulaşan virüsü kapanlar, uzun mesafeler kat edip SALGIN’ı başlatır. Bize de izlemek düşer… Ve tabii izlerken çevremize dokundurduğumuz ellerimizi yüzümüze götürmemeye özen göstererek..
Evet… Maalesef 2019 yılının son ayından bu yana dünyanın pek çok ülkesi, Çin-Wuhan’da baş gösteren COVID-19 virüsünün etkisinde. Başlarda pek üstünde durulmadığı ve sadece çıktığı bölgeyle sınırlı kalacağı düşünüldüğünden olsa gerek bir anda salgına dönüşüverdi.
Durum bu denli vahim ve yaygın olunca komplo teorisyenleri de girdi devreye hemen. İşte tam da bu noktada,
‘Tarihten edindiğimiz en iyi şey, onun uyandırdığı coşkudur’ demiş tarihin ünlü isimlerinden Goethe. Doğru bir saptama. Ancak geçmişten gelen bu coşkunun varlık bulabilmesi için tarihe hak ettiği değeri vermek de şart tabii! Bunun için de öncelikle tarih bilincinin geliştirilmesi ve yaşanmışlıkların yeni nesillere layıkıyla aktarılması gerek.
İşte tam bu noktada toplumda algı yaratma niteliği hayli yüksek olan kurguların varlığı giriyor devreye. ‘Malkoçoğlu’, ‘Tarkan’ gibi Yeşilçam kahramanlık serileriyle sinemada tarih coşkusu uyandıran… ‘Vatan Kurtaran Aslan’, ‘Bir Millet Uyanıyor’ gibi yapımlarla tarihe daha ayakları yere basan türden yaklaşan kurgu dünyamız son yıllarda bu konuda atağa kalktı adeta. Sinema filmleri ve diziler peş peşe gelmeye başladı.
Kuşkusuz toplumun tarihi olaylara ve kişilere merakını tetikleyen bu kurgusal atılımda ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinin büyük payı oldu. Çünkü onun estirdiği Hürrem-Süleyman fırtınası sayesinde tarihten pay çıkartma bilinci uyandı. Böylece farklı tarihi diziler çıktı ve izleyici de geçmişi daha iyi öğrenme-değerlendirme sürecine daldı bir bakıma. Nasıl ki, reyting ve olanak açısından özel kanallardan daha avantajlı olan TRT 1
Değerin bilinmesi… Herkesin ihtiyaç duyduğu, ama haksızlıklar üstüne kurulu yaşamda çoğunlukla hak etmeyenlerin kavuştuğu bir ayrıcalık! ‘Ayrıcalık’ diyorum zira Oscar Wild’ın da işaret ettiği gibi günümüz insanı değerden ziyade fiyatla ilgilenmekte. Dolayısıyla değeri bilinmesi gerekenler de sıkça güme gitmekte.
Nitekim ekranlarda boy gösteren yapımlar için de geçerli bu durum. Her sezon mutlaka birkaç örnek çıkıyor karşımıza. Fark yaratma potansiyelindeki işler, izleyici, değerini bilmediği için harcanıp gidiyor. Özellikle şiddetin hüküm sürdüğü âlemlerin suçlularını kahraman gibi gösteren ya da tarihi, dizilerle destanlaştırmaya niyetlenen veya kadın mağduriyetiyle erkek gücünü yücelten yapımlarla rekabete girişilmişse, değerin bilinmemesi daha kaçınılmaz oluyor maalesef. Nasıl ki, ‘Şimdi Zemheri zamanı’ başlıklı yazımla ön değerlendirmede bulunduğum ‘Zemheri’ dizisi de bu akıbeti yaşadı!
‘Her değişim nasıl bir parça tavizi barındırırsa içinde, her fark yaratma projesi de risk taşır hayata geçirildiğinde’ cümlesiyle dizinin değerinin bilinmeme ihtimalini peşinen işaret ettiğim yazımda, senaryonun fark yaratma potansiyelinden ve kadronun isabetliliğinden bahsetmiştim.
Kadın ve dram… Bu iki kelime birbiriyle iç içe geçmiş adeta. Kadın dramları, kalıcı çözüme ulaşılmasa da, içinde yaşadığımız dünyanın en çok dillendirilen sorunlarından zira. Hele bir de işin içinde kadının annelik yönü varsa, daha da derinlik kazanıyor bu ikili. Haliyle kitleleri etkileme gücü de artıyor. Malum, insan doğası bir garip… Mutluluktan ziyade hüzne odaklı ve başkalarının acılarını didiklemeye meraklı. Sevgi-saygı çerçevesinde gelişen mutlu ilişkiler yerine gözyaşı, kıskançlık-kavga ve dramatik ayrılıklarla yaşanan aşkların tercih edilmesi de bundan kaynaklanıyor. Kuşkusuz bu dramatik tablonun baş öznesi kadın oluyor çoğunlukla!
Bu durumda gerek medya, gerekse kurgu dünyası için bol malzemeli bir kaynağa dönüşüyor kadının, annelikle destekli, dramatik hikâyeleri. Nasıl ki, ünlü yazar Henry Miller da ‘Kadınlar ile ilgili yapılabilecek üç şey vardır. Onu sevebilir, onun için acı çekebilir ya da onu edebiyata çevirebilirsin’ sözüyle saptamış bu gerçeği.
Hal böyleyken kadını sevip onun için acı çekmeyi zorbalığa dönüştürmede sakınca görmeyen… Ya da kadını çeşitli şekilde mağdurlaştırma-aşağılama eylemleriyle özdeşleştirerek, dram içinde dram yaratmaya meraklı olan
‘Hizmet, bu dünyada yaşama ayrıcalığı için ödediğimiz kiradır’ demiş politikacı ve din adamı Nathan Eldon Tanner. Nitekim yaşamın gerçeklerine baktığımızda bu sözün doğruluğunu daha iyi anlıyoruz. Zira her insan hayat boyu ‘hizmet’ eylemiyle iç içe. Ailevi sorumluluklar, vatandaşlık yükümlülükleri ve nihayetinde çalışma hayatı… Ki bu noktada maddi açıdan üstün olanların ev işlerini yapanlar, onların gündelik yaşamına hizmet edenler yani ‘Hizmetçiler’ birkaç tıköne çıkmakta. Neden derseniz… Bu tarz hizmet olayı, yabancı bireyleri de ailenin içine dâhil ediyor da ondan. Ev ortamında ücret karşılığı hizmet edenler o evde yaşananlar hakkında bilgi sahibi olup sırların parçasına dönüşebiliyorlar rahatlıkla. Hatta kimi zaman kuyu kazan düşman ya da dert paylaşabilecek dost olabiliyorlar. Öte yandan girilen ev-aile ortamının hizmet eden kişiye zarar verme, onun hayatını olumsuz etkileme olasılığı da mevcut tabii. Dolayısıyla, ‘hizmet’ söz konusu olduğunda ‘Hizmetçiler’i farklı bir mantıkla değerlendirmek lazım.
Nasıl ki, aileler üstüne yürütülen kurgularda da durum aynı. Öykülerin çoğunda yan karakter olarak yer alan ‘Hizmetçiler’in hizmet vasfını aşıp gerek dedikoduyla, gerek aile