Eskiler, sürekli yaşanan ortamdan kaynaklanan bunalımları aşmak için değişimi çare görüp ‘Tebdil-i mekânda ferahlık vardır’ demişler… Her daim geçer akçe olan bu söz, yapımlarıyla bir türlü huzur bulamayıp sıkça değişime giden ekranlarımızın durumuyla da çokça uyumlu. Sürekli yeni bir iş karşımıza çıkarken, takip etmekte olduğumuz yapımlar birer birer finale gönderilmekte. Mesela… FOX’un şok edici ‘Kurşun’ finalinin ardından Star’ın ‘Sevgili Geçmiş’i büyük umutlarla çıktığı ekran yolculuğunu en kestirmeden noktaladı. Bana göre aşılması mümkün hataların kurbanı yapılan her iki yapıma da yazık oldu. Keza Show’daki uyarlamayı tüketen dizi halini alarak kendini aşağı çeken ‘Aşk Ağlatır’ da ekran yenileme merakının hedefinde… Ömrünü 16 bölümle sınırlayıp veda edecek maalesef. TRT 1’in sevilen dizilerinden olmayı başaran ‘Elimi Bırakma’ da sezon sonunu beklemeden 24 Aralık’taki 59. bölümle ekrandan ayrılacak.
Velhasıl eski yıl biterken dizi değişiminden ferahlık uman kanallar bir kez daha, yapımlarını yenileme yarışına girmiş haldeler. Biz de bu doğrultuda ekranların yenilenmesine katkıda bulunan işleri değerlendirip dikkat çekenlere göz atmak istedik. Bu yazının payına da yeni
‘Daha sonra, asla 12 yaşında sahip olduklarım gibi dostlarım olmadı. Sahip olan var mı peki?’… 1986 yapımı ‘Benimle Kal/Stand by Me’ filminin kapanış cümlesi olan bu sözcükler artık bir yetişkin olan ve başlarından geçenleri anlatan Gordie karakterine ait. ‘The Body’ isimli Stephen King romanından uyarlanan film, birkaç gencin bir cesedi bulmak için çıktıkları yolculukta yaşananları ve aralarındaki dostluk olayını sosyal mesajlar da vererek anlatan bir yapımdı. Yetişkinlik çağındaki çocukların kendilerini ispata odaklı ruhsal durumlarını da yansıtan yapım, sıradanlıktan kurtulup kahramanlığa terfi etmek uğruna önlerine çıkan ‘ceset bulma’ fırsatını değerlendirmeye hevesli dört arkadaşın macerası olmanın ötesinde… Çıkılan yolculuk bitimindeki dönüşüm tablosuyla da, bir insanın çocukluk demlerinin güzelliklerinden ne kadar kolay kopacağının ispatı konumundadır!
Aklımın köşesinde kalıcı yer edinmiş olan ‘Benimle Kal’ filminin çocuk macerasından söze başlama sebebime gelince… Göz açıp kapama hızında ömrümüzden geçip giden çocukluk yıllarında okunan-izlenen kurguların önemini vurgulamak! Bu husus gerçekten de önemli zira hayal gücünün sınırlarını yıkmayı sağlayan ve yeni ufuklar
İnsanoğlunun(ve dahi kızının) yaşamla imtihanı bir garip… İkilemlerle dolu. Eleştirdiği şeyleri yapmak, kötülediklerinin yanında durmak, kara dediğini aklamak ve nice çelişkili tavır çoğu insanın doğasında var sanki. Zira çevremiz bu tarz yaklaşım örnekleriyle dolu. İstemiyormuş gibi görünürken aslında tüm olumsuzluklarına rağmen kabullenme şartlanması oluşmuş adeta insanlarda. Hani bu hususta deyimleşen hikâyemiz bile var… Kına gecesi zırıl zırıl ağlayan gelinin evlenmek istemediği sanılıp ‘Evlenmek zorunda değilsin’ denmiş… Sevdiği adamla evliliği engellenecek diye endişelenen gelinin cevabı da ‘Hem ağlarım hem giderim’ olmuş ya… İşte çoğunluğun yaşamla imtihanında tam da bu deyimdeki ikilem mantığı hâkim.
Nitekim dizilere yaklaşımımız da bu çerçevede gelişmekte. Garip mantıklarla öykülerini yoldan çıkartan işlere eleştiri yağdırırken bir yandan da izlemeyi sürdürüyoruz. Bu alışkanlığın bilincinde olan diziciler de kayda değer hiçbir yönü olmayan içerikleri peş peşe karşımıza çıkartıyor. Mevcut yapımların gidişatını mantığa sığmayacak ikilemlerle şekillendirmekte sakınca görmüyorlar. Nasıl ki, Kanal D’nin ‘Zalim İstanbul’u da bu yolda ilerleyenlerden!
Zalimliğin ve
‘Şiddet, yetersiz kimsenin son barınağıdır’ demiş yazar Asimov. Bunun ne denli doğru olduğunu yaşamın içinde sıkça görüyoruz zaten. Öte yandan günümüz yerli dizi anlayışına da cuk oturuyor bu sözdeki mantık. Zira senaryo yaratma yetersizliği çekenlerin baş kurtarıcısı konumunda olduğunu ekrana çıkartılan dizilerden rahatlıkla gözlemliyoruz. Erkeklerin kadınlara kıyasıya şiddet uyguladığı, böğürürcesine bağırdıkları, çocuklarına saldırdıkları… Kadınların da bir sebepten bu eziyeti sineye çektiği, hatta kendi hemcinslerine karşı da şiddet teşvikçiliğine giriştikleri aile motiflerinde şiddet türlü biçimde işlenmekte inceden inceye. Öykü ve karakter geliştirme yetersizliğinin barınağına dönüşen bu tabloda mafyanın eli silahlı karanlık adamlarıyla yaratılan atmosferden medet umma tutkusu ağır basıyor her şekilde.
İşin fenası, bu alışkanlığın izleyici eliyle iflah olmaz bir noktaya doğru ilerliyor olması… Onca eleştiri, onca tepki etkisiz kalırken bunlara karşı reyting desteği öne çıkartılıveriyor. Şiddetten ve mafya âlemindeki kara tiplere yönelik intikamcılıktan başka bir şey geliştiremeyenler eliyle yeni dizilerin çoğu aynı mantıkla yapılandırılıyor. Biri biterken diğeri sahne
Yerli dizi içerikleri dendiğinde ilk akla gelen nedir? Benim aklıma gelen, dizi içeriklerimizin sır saklama konusunda hayli becerikli olduğu. Bu öyle bir beceri ki, her şey apaçık ortadadır fakat karakterlerin algıları bunu fark etmeye yetmez. Abartılı saflık veya sınırsız entrikacılık sayesinde gözler görmez, kulaklar duymaz, akıllar çalışmaz. Sırlar da bir türlü ortaya çıkmaz.
Sırların, bölümler boyu anlamsız gerekçelerle lastik gibi uzatılan olaylarla komik biçimde gizli tutulması ve karakterlerin mazilerindeki olayların uzun süre açığa çıkartılmaması rutini neredeyse hemen her yapımda başvurulan formül. Zira ancak bu yolla incir çekirdeğini bile doldurmayacak boyuttaki sırlar abartıla abartıla sunulup tüm karakterleri çevreler hale getirilir ve izleyici de bu şekilde merakta bırakılıp dizinin takipçisine dönüştürülür. Ne basit formül değil mi?
Kuşkusuz bu klişe formülün arka planında konu geliştirememe gerçeği yatmakta. Yani derinliksiz öyküler ve karakterlerle uzun soluklu yol almak isteyenlerin yegâne kurtarıcısı durumunda ‘sırları açığa çıkartmamak’! Gel gör ki sırlar açığa çıkmadıkça işin tadının kaçtığı… Karakterlerin insan zekâsıyla oynayacak derecede safa
‘İki insan birbirini seviyorsa, buna mutlu bir son yoktur’ demiş ünlü yazar Ernest Hemingway. Nasıl ki, nesilden nesle aktarılarak ölümsüzleşen aşkların öykülerinde de mutlu son bulmak imkânsız. İran öyküsü ‘Hüsrev ü Şirin’den gelen ‘Ferhat ile Şirin’ de bunun bir örneği. İran ve Türk edebiyatında aşkı anlatan şiirler şeklinde yer alan konusu, ülkelere ve yörelere göre değişikliklere uğramış olsa dahi özünde büyük, hüzünlü bir aşkı barındırmakta. Dolayısıyla olmazlara baş kaldıranların, baskıları kabullenmeden kendi yollarında gitmeye çalışanların ruhuna hitap ederek yüzyıllar boyu varlık gösteren ‘Ferhat ile Şirin’den mutluluk beklemek nafile. Kısaca bir göz atacak olursak öyküsüne…
Ölümün el uzatamadığı yerde olduğuna inanılan bu aşk masalının kahramanlarının yaşamı, ‘direncin’; ölümleriyse, ‘ölümsüzlüğün’ sembolü olmuş anlatıldığı yerlerde. Nasıl olmasın ki? Şirin’e olan aşkından kuvvet alan Ferhat, ‘Kazmalar kürekler yetmez dağı delmeye… Yüreğinden vermedin mi dağ susar… Dağı delen deldiği dağdan güçlü gerek… Yoksa hiç bir susuzluğa geçit vermez kayalar’ diyerek işe koyulmuş, iki günde suyu getirene istediğini vereceğini söyleyen Padişah’a… Ferhat, aşktan aldığı güçle
Birilerinin bekası-yükselişi için başka birini kurban etmek… Çağlar boyu insanlığın gösterdiği davranış biçimlerinden. Kimileri canlarıyla kurban edilmişler, kimileri de düşünce ve emekleriyle. Ne yazık ki günümüz dünyasında da her anlamda tüm hızıyla sürmekte, birilerini kendi çıkarı için kurban etme mantığı.
Nitekim yaşamla paralel yol alan kurgu evreninde de durum değişmiyor. Orada da rekabet dürtüsü ve beklentileri karşılama doğrultusunda sürekli kurban verilmekte. Özellikle reytinge endeksli reklam gelirleriyle varlık gösteren özel televizyonların dizileri bu olumsuzluktan çokça nasiplenmekte. TRT ekranında yer alma fırsatı yakalayanlar reyting kaygısı ve kurban edilme hususunda daha rahat. Daha doğrusu ‘Rahattı’ demek lazım. Zira görüyoruz ki, TRT de kendi dizileri arasında gün değişimlerine giderek ufaktan ufağa kurban verme düzenine geçmeye başlamış. Son güncellemeler de bunun ispatı!
‘Mucize Doktor’un iki haneli reytingleri toplayıp %19’a yakın sonuçlar aldığı Perşembe akışında gerilere düşen ve 3 reytingin altında kalan ‘Şampiyon’ yeni gününe transfer oldu. Bunda ne var diyeceksiniz… Hiçbir şey yok normalde. Dizilerin gün değişimine gitmesi ve yeni günde başarıyı
Yıllara meydan okumak… Ne kadar iddialı bir heves değil mi? Geçip giden zamana ve yaşanan hızlı değişime karşı aynı performansla ayakta kalabilmek herkesin düşüdür muhakkak ki. Ancak canlılar için bunu başarmanın imkânsızlığı da belli. Zira bizim irademizden bağımsız çalışan zaman, gazeteci-yazar Gene Fowler’ın da ‘Siz zamanı değil, zaman sizi harcar’ sözüyle vurguladığı gibi, değirmeninde öğütür her şeyi.
Kuşkusuz bu harcama sadece canlılarla sınırlı kalmıyor. Değerler, kültürler, eserler, aşklar, alışkanlıklar da zamana yenik düşüyor. Nasıl ki kurgu dünyası için de geçerli bu öğütücülük. Henüz sezonun başındayken hızla fire verme sürecine girilerek eski diziler bir bir finale yollanmakta. Yerlerine gelecek yenilerin de ne kadar süre ayakta kalabilecekleri meçhul. Yani kurguların da yıllara meydan okuması hayli zor. Lakin ekran âleminde durum yaşama göre biraz daha farklı. Burada yıllara meydan okumak, yaşama kıyasla daha mümkün durumda. Dolayısıyla kurguların üstüne düşen vazife işin püf noktasını bilmek ve formülü uygulamak.
Ekran âleminde yıllara meydan okumanın formülü nedir peki? Bunun cevabına geçmeden önce kısaca göz atmak isterim, formülün hakkını verenlere.
ZAMAN