Bir sürü tartışmayı beraberinde getirse de, İzmir ve İzmirliler 60 yıldan uzun bir zaman sonra tramvayla yeniden tanıştı.
Aslında İzmir’in tramvayla tanışıklığı, yaklaşık 140 yıl öncesine dayanıyor...
İzmir’in ilk tramvayı 1880 yılında, rıhtımın tamamlanmasından hemen sonra, İzmir Kordon’da hizmete girdi. Ray açıklıkları, demiryolu standardında yapılan, 3500 metre uzunluğundaki bu hatta sabah saatlerinden gece yarısına kadar Konak ile Punta (Günümüzde Gündoğdu ile Alsancak Garı arasında kalan bölge) tramvaylarla hizmet veriliyor, gece yarısından sonra da lokomotifle yük taşınıyordu.
1903 yılında, 1515 metre daha ilave edilen Kordon tramvay hattı, yakın zamana kadar ‘paralı köprü’ olarak anılan Halkapınar Köprüsü’ne kadar uzatıldı.
İzmir tramvay tarihinin bir diğer hattı da 1883 yılında hizmete giren Konak Kokaryalı (Günümüzde Güzelyalı) tramvay hattıdır. İlk yıllarında tek hatlı olarak yapılan ve Göztepe’ye kadar uzanan, o dönemde halk arasındaki adıyla Göztepe Tramvayı olarak bilinen tramvay, 1906 yılında çift hatta dönüştürüldü. Narlıdere’ye kadar uzatılması düşünülen bu hat, ancak Güzelyalı’ya kadar uzatılabilmiş ve 1909’dan sonra Konak Güzelyalı arasında hizmet vermiştir.
İzmir
Amerika Birleşik Devletleri her ne kadar “Biz 19 Haziran 1862’de köleliği kaldırdık” dese de, o tarihten yüz yıl sonra bile siyahi bir Amerikalı ile beyaz bir Amerikalı vatandaş arasında demokratik ve sosyal haklar açısından büyük uçurumlar vardı.
Bizim topraklarımızda da 19. yüzyılın sonlarından itibaren Afrika’dan köle olarak getirilen siyahi insanlarımızın var olduğunu biliyoruz. Ama hemen söyleyelim, Afrotürk olarak bildiğimiz bu insanlar Amerika ile kıyaslandığında çok kısa süre içerisinde toplumun bir parçası olmuşlar ve Medeni Kanunla birlikte 1926 yılında TC kimliklerini alarak eşit haklara sahip TC vatandaşı olmuşlardır.
Kahramanımız Arap Ahmet de Çad Gölü’nün güney batısında yer alan Bornu’dan (Günümüzde Nijerya) köle olarak getirilen bir kadının torunu. Muhtemelen 19.Yüzyıl ortalarında İstanbul’a getirilen bu köle kadının İstanbul’da Zenciye Emine adında bir kızı dünyaya geldi.
Zenciye Emine Hanım bir köle değildi. Kendisi gibi siyahi olan Ali Bey ile evlenerek, bugün de Afrika kökenli Türklerin yoğun olarak yaşadığı İzmir’e yerleşti.
Zenciye Hanım ile Ali Bey’in üç çocuğu oldu. Ahmet Ali, Ali ve kız kardeşleri Zenciye Saniye. 1883 yılında dünyaya gelen Ahmet Ali (Nam-ı
2. Abdülhamit’in saltanat yıllarıydı. İstanbul Okmeydanı’nda kurulan ilk golf kulübünün ardından Türkiye sınırları içindeki ikinci golf kulübü ya da Anadolu’daki ilk golf kulübü, 1905 yılında Bornova’da kuruldu. Kurulduğu yer, yani kulüp merkezi olarak kullanılan bina, Manisa Kavşağı’nın yukarı kısmında, şu andaki Melih Tunçay İlkokulu bahçesinin yan tarafındaydı.
İzmirli levantenlerin kurduğu İzmir-Bournabat Golf Kulübü kurulduğu günden itibaren levanten sosyal hayatının ve dolayısıyla Bornova’nın yeni rengi olmuş ve hatta merkezine oturmuştu. Balolar, noel kutlamaları, Avrupa’dan gelen hanedan mensuplarının ağırlanması ve daha bir çok cemiyet olayının merkezinde Bornova Golf kulübü vardı.
Noel dönemi geldiğinde de farklı bir havaya bürünürdü Golf kulübü... Noel Baba kılığına giren bir levanten, şimdi Ege Üniversitesi Rektörlüğü olan Whitall Köşkü’nün hemen yanındaki İngiliz Kulübünün önünden her tarafına oyuncaklar yüklenmiş bir deveyle birlikte yola çıkarak İngiliz Çeşmesi’nin önünden Bournabat Golf Kulübü binasına ulaşır ve orada merakla bekleşen çocuklara şenlik içinde o oyuncakları dağıtırdı.
Golf kulübü farklı bir hava katmıştı Bornova’ya... Sadece hava katmamıştı. Bazılarının
70’li yılların İzmir Enternasyonal Fuarı başka bir şeydi. 20 Ağustos’ta başlar, 20 Eylül’e kadar tam bir ay sürerdi.
Fuar, resmen turistik bir olaydı. O bir ay içinde Türkiye’nin her yerinden oluk oluk insan akardı İzmir’e. Konak, Basmane, Çankaya ve Alsancak civarında ne kadar otel varsa son yatağına kadar tamamen dolardı. Hatta fuar döneminde otel fiyatları füze gibi yukarı fırlardı.
Harıl harıl ülke pavyonları gezilirdi. Sanki çok işe yarayacakmış gibi, ellerde çantalar, her girilen pavyonun broşürü mutlaka toplanır, günün sonunda bir kucak broşürle evlere dönülürdü.
Vazgeçilmez ritüelleri vardı İzmir Fuarı’nın... Mesela Tariş Pavyonu’ndan üzüm şırası içmeden geçilmezdi. Ya da Piyale Pavyonunda bir tabak bol ketçaplı makarna yememek olmazdı.
Hele o gazinolar... Her yer pırıl pırıl neon ışıkları...
Atalay Noyaner’in Akasyaları, Ekici Över, Manolya, Kavran’ların Göl Gazinosu, Bornovalı Nuri Yalçuk’un Lunaparkı, Fethi Işık’ın Kervansarayı, Zahit Örel’in Golf Gazinosu...
Çamlık Senar, Menekşe Çay Bahçesi, Mogambo, Kübana ve aklıma gelmeyen onlarca gazino...
İzmir’in usta gazetecisi Türkmen Parlak’ın 1983 basımı “İşgalden Kurtuluşa” adlı iki ciltten oluşan kitabı, İzmir’in işgal yılları ve kurtuluş günleri ile ilgili önemli başucu kitaplarımdandır. Kitapta 16 ve 17 Eylül 1922 tarihlerinde Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Bornovalı Bayan Hortense Wood’un evini ziyaret ettiği anlar Hortense Wood’un günlüklerinden naklen anlatılır.
Günlüğe göre o gün, Mustafa Kemal ile birlikte İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Asım Paşa ve ve Halide Edip Adıvar da köşkün misafirleri arasındaydı. Hortense Wood’un söylemiyle “üst kattaki kadife koltuklarda imparatorluğun geleceği konusunda kararların alındığı” yazılıdır. O köşk, Ege Üniversitesi Rektörlüğü karşısında bulunan, günümüzde bilinen adıyla Steinbuchell Köşkü’dür.
Yıllardır pek çok kayıtta Hortense Wood’un günlüğündeki bu not yüzünden bu evin karargah olarak kullanıldığı yazıldı. Evet; Mustafa Kemal ve yakın silah arkadaşları iki gün o eve gelmişler ve özel görüşmeler yapmışlardı ancak, yine aynı günlükteki bir küçük ipucu Bornova’da resmi karargah olarak kullanılan evin bir başka ev olduğunu net olarak ortaya çıkardı.
***
Hortense Wood, 17 Eylül 1922 tarihli günlük sayfasındaki notlarında Mustafa Kemal ve
Büyük müzik insanımız Ahmed Adnan Saygun’u tanımayanımız yoktur diye düşünüyorum. İzmir doğumludur ve babası Mahmut Celalettin Bey, İzmir Milli Kütüphanesi’nin kurucuları arasındadır. Yazımıza Adnan Saygun ile giriş yaptık ama aslında size Adnan Saygun’dan değil, Adnan Saygun’un hocası olan ve hatırlanmayı fazlasıyla hak eden İsmail Zühtü Kuşçuoğlu‘ndan bahsetmek istiyorum.
İsmail Zühtü, 1887 yılında henüz 10 yaşındayken Aydos kasabasından (Günümüzde Bulgaristan) annesiyle birlikte İzmir’e göç etti. O dönemin İzmir’i tüm dünyada “Küçük Paris” ya da “Laternalar şehri” diye anılıyordu. Gerçek bir müzik şehriydi. İzmir’e de müziğe de âşık oldu.
O yıllarda zanaatkâr ve sanatkâr yetiştirmekte olan İzmir Islahhanesi’nde okuduğu dönemde (Günümüzde Mithatpaşa Endüstri Meslek Lisesi) ayrıca Macar Tevfik olarak bildiğimiz Alessandro Voltan’dan da müzik eğitimi alan İsmail Zühtü Kuşçuoğlu, mezun olduktan sonra okulda bando şefi yardımcısı olarak görev yaptı.
Sanayi Mektebi bandosu son derece başarılı bir gruptu. 1891 yılında İstanbul’a çağrılan topluluk Padişah tarafından da madalya ile ödüllendirildi.
1907 yılında İzmir’e uğrayan bir İngiliz filosu amiraline, dostluk amacıyla yazdığı
2017 bitti diye mi yoksa 2018 geldi diye mi sevindik bilemiyorum ama, istisnalar olmakla birlikte yeni yılın getirdiği taze umutlarla, âdettendir biraz eğlendik. O havanın etkisiyle bugün geçmiş yüzyıllardaki İzmir’in eğlence hayatından söz edelim diye düşündüm.
Kapitülasyonların ardından Batı dünyasıyla yaşanmaya başlanan ekonomik etkileşim sayesinde, Levanten zümre baskın unsur haline gelmiş ve öncesinde de var olmakla birlikte özellikle Tanzimat’tan sonra İzmir’de yeni ve yoğun bir eğlence hayatı ortaya çıkmıştı.
Büyük ticari olanaklar, İzmir’i Avrupa’nın en çekici kentlerinden biri haline getirmişti. Avrupa’nın her yerinden, her türlü ulustan çok sayıda insan Kordonboyu gazinolarında, tiyatroda, sinemalarda, davetler ve balolarda hoş vakitler geçiriyorlardı.
Sara Pardo, usta gazeteci Yaşar Aksoy’un ‘Bir Kent Bir İnsan’ adlı kitabında dönemin İzmir’ini ‘Frenk Mahallesi’ ya da başka deyimiyle ‘Gâvur İzmir’ Paris ve Londra’da görülebilecek güzellikte ve şıklıkta dükkânları, evleri, ihracat ve ithalat şirketleri, konsoloslukları, sinemaları, kulüpleri ve gazinolarıyla birçok yabancının yazlığa geldikleri bir ‘turizm cenneti’ni andırıyordu. Kordonboyu, gazinolar, tiyatrolar ve
HMS Bounty gemisi, Kaptan William Bligh ve 2. Kaptan Christian Fletcher’ın komutasında 23 Aralık 1787’de İngiltere’den yola çıktı. Güney denizlerinden toplanacak olan ekmek ağacı meyvesi, Batı Hint adalarına getirilecekti. Görev çok uzun sürmüş, hatta Tahiti’de işsiz güçsüz 5 ay geçirilmişti. Gemi personeli rahatsızdı.
Christian’ın başını çektiği, 25 kadar küçük rütbeli subay ve denizciden oluşan bir grup, Kaptan Bligh’ın kendilerine zalimce davrandığı ve hakaret ettiği gerekçesiyle, 28 Nisan 1789 sabahı gemiyi ele geçirdi. İsyancılar, Kaptan Bligh ve 18 gemiciyi bir cankurtaran sandalına bindirip akıntı ve rüzgâra terk etti. Christian Fletcher’ın başını çektiği isyancılar Tahiti’ye geri döndü, 2. Kaptan Christian burada yerli şeflerden birinin kızıyla evlendi. Ancak, kendi aralarında çıkan sorunlar nedeniyle Christian, 16 isyancıyı Tahiti’de bırakarak kalan sekiz isyancı, Tahitili birkaç kadın ve erkekle birlikte HMS Bounty gemisiyle yeniden denize açıldı.
O günden sonra, Christian Fletcher ve Bounty Gemisi’nden uzun yıllar haber alınamadı. Ta ki 1808 yılına kadar... 1808’de, bir ABD fok avcı gemisi Pitcairn Adası’na ulaştığında, hayatta kalan tek isyancı ile dokuz Tahitili kadını