Phokaia...
Miken, Aiol, İyon ve Pers medeniyetlerinden izler taşıyan... Tarihte çeliği işleyen ilk şehirlerden biri...
Usta denizcilerin, usta tüccarların şehri Phokaia. Ya da bildiğimiz ismiyle, İzmirimizin şirin ilçesi, 4 bin küsur yıllık kadim şehir Foça...
Antik yazarlardan Pausanias, kentin İzmir’in batısındaki Teos ve Erythrai’den (Çeşme-Ildırı) gelenlerce kurulduğunu söyler. Herodot, Strabon ve Şamlı Nikolaos’a göre ise, Orta Yunanistan’da Peloponnes Yarımadası’nda yaşayan Phokisliler, Anadolu’ya gelmişler ve bölgeye egemen olan Kyme kentinin verdiği izinle Phokaia’yı kurmuşlardır.
Ancak 20. yüzyıl başlarından günümüze kadar gelen süreçte, muhtelif zamanlarda yapılan arkeolojik kazılardan çıkan buluntular, Foça’nın tarihini günümüzden Tunç Çağı’na kadar götürüyor.
Foça tarihinin en parlak dönemi MÖ 9. yüzyıl ile Perslerin bölgeye geldiği MÖ 546 yılı arasıdır.
Foçalılar, İyon medeniyetinin etkisi altında kaldığı bu dönemde gemi yapımında ve deniz ticaretinde ustalaşmışlardı. MÖ 7. yüzyılda yoğunlaşan, ticaret amaçlı bu deniz yolculukları sonunda, doğuya Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarına kadar giden Foçalılar, buralarda öğrendikleri sanat, astronomi, tıp ve edebiyat bilgilerini
Necmi Ülker, Vehbi Günay ve Latif Daşdemir hocalarımızın ortak çalışmaları olan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün İzmir’i ziyaretlerini konu alan ‘İzmir’in Sevinç Günleri’ adlı eserinden görüyoruz ki, Büyük Önderimiz 1905 ve 1937 yılları arasında tam 18 kez İzmir’i ziyaret etmiş.
11 Ekim 1925 tarihli ziyareti, Mustafa Kemal Atatürk’ün İzmir’e 10. gelişidir. O gün sabah 10’da trenle Manisa’dan yola çıkan Gazi Paşa, halkın sevinç gösterileri arasında 12.15’te Basmane Garı’na ulaştı. Gündüz programının ardından, akşam İzmir’in her yerinde fener alayları düzenlenmişti. Bir süre fener alayını ve halkın coşkusunu izleyen Gazi Paşa, halkın arasına karışarak kısa bir konuşma yaptı. İzmirlilerin bu ziyaret nedeniyle yaşadığı coşkudan duyduğu memnuniyeti dile getiren Mustafa Kemal Paşa, “Ben bütün İzmir’i ve bütün İzmirlileri severim. Güzel İzmir’in temiz kalpli insanlarının da beni sevdiğinden eminim” sözlerini bu fener alayı sırasında söylemiştir.
Gazi Paşa, 12 Ekim 1925 sabahı Sonbahar Ordu Manevraları’nı izlemek için Kemalpaşa yakınlarına geldi. Öğle saatlerine kadar süren manevraların ve büyük sevinç içindeki Ulucak ve Kemalpaşalılarla kucaklaşmanın ardından, Bornova’ya doğru yola çıktı. Ancak
Orta Asya’da yapılan arkeolojik araştırmalarda kayalar üzerinde ve çok eski dönemlere ait kurganlarda bulunan eşyalarda at figürlerine rastlanması ve eski destanlardaki anlatımlarda at unsurunun geniş yer tutmasından anlıyoruz ki Türk Kültüründe atın özel bir yeri var.
Alman tarihçi Portriatz “Eski Çağlarda At” adlı eserinde atın M.Ö. 6000’li yıllarda Türkler tarafından evcilleştirildiğinden bahseder. At eski Türk sporlarının neredeyse ana unsurudur.
Atla tanışıklığımız her ne kadar binlerce yıl geriye dayansa da Türkiye tüm dünyada uygulandığı standartlardaki at yarışları ile 19. Yüzyılın ortalarında İzmir’de tanıştı.
***
Tarihsel kayıtlarda İzmirli Levantenler tarafından organize edilen at yarışlarının geçmişi 1840’lı yıllara kadar dayanıyor.
O yıllarda belli bir takvime bağlı olmamakla birlikte özel ve önemli günlerde mutlaka at yarışları düzenleniyordu.
O özel günlerden biri de Padişah Abdülmecid’in 1849 tarihli İzmir ziyaretidir. Bu ziyaret nedeniyle Bornovalı Levanten Charlton Whittall ve yine Bornova’da yaşamakta olan İskoçyalı James Borthwick Paterson tarafından at yarışları düzenlenmiş ve Padişahın büyük takdirini toplamıştı.
Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph’in oğlu Veliaht Prens Arşidük Rudolf, evli ve bir çocuklu olmasına rağmen 17 yaşındaki Barones Maria Vetzera’ya âşık olmuş ve bu aşk karşılıksız kalmamıştı. Viyana yakınlarındaki Mayerlig Köşkü’nde yaşadıkları yasak aşk, kısa sürede tüm Avrupa’da yayılmış ve rahatsızlık yaratmıştı. Bu nedenle ailesi Barones Maria Vetzera’yı İzmir Bornova’daki akrabalarının yanına gönderdi. Ama Maria mutlu değildi...
Rudolf’un durumu da Maria’dan farklı değildi. Katolik inancına göre, boşanmanın yasak olduğunu biliyordu. Maria’yla evlenebilmek için, ret cevabı geleceğini bile bile boşanmak için Papa’dan izin istedi... Cevap belliydi...
Maria, Bornova’da güzel günler geçiriyordu, ama Rudolf’a olan özlemini de bir türlü yenemiyordu. Baltacı Köşkü’nde geçirdiği birkaç ayın ardından ısrarlara rağmen yeniden Viyana’ya dönmeye karar verdi.
Avusturya’ya döner dönmez, Maria ve Rudolf’un aşkları kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı. Ama uzun sürmedi...
Maria ile Rudolf, 30 Ocak 1889’da Mayerling’deki av köşkünde ölü olarak bulundu.
Sadece Avusturya değil, tüm Avrupa bu olayla çalkalanıyordu.
Kamuoyunun önemli bir bölümü, basit bir intihardan ibaret olduğunu düşünmese
Aşağıda okuyacağınız hikayeyi özellikle Viyana’ya yolu düşenler mutlaka biliyordur. Ancak Viyana’ya gidenlerin bile bu hikayeye dair bilmedikleri önemli bir bölümü daha var. Bu yazıda onu bulacaksınız ama, biraz uzun olması nedeniyle yazımız iki bölüm halinde yayınlanacak.
***
Ailenin tek çocuğuydu. Annesi gibi hassas bir yapıya sahipti Arşidük Rudolf. Kişilik olarak son derece sert mizaçlı olan babası Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph ile uzaktan yakından bir benzerliği yoktu. Veliaht prensti ama, özellikle politik konularda babasıyla büyük bir ayrışma içindeydi. 1880’li yılların siyasi gündemini tartışırken muhafazakar ve sert mizaçlı babasına karşı uzlaşmacı ve müzakereci fikri savunuyordu..
Felsefe ve edebiyata büyük ilgi duyuyordu. Aristokrat bir aileden geliyordu ama o, damarlarında taşıdığı emperyal kana inat devrimci bir ruha sahipti. Gazetelerde sol görüşlü makaleler yazıyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda ayrılık rüzgarlarının esmeye başladığı dönemlerdi. Arşidük Rudolf makalelerinde ayrılıkçı zümreye bile mavi boncuk dağıtıyordu.
***
Ailesinin ısrarıyla yirmi bir yaşında bir evlilik yapmıştı.
Başlangıçta evliliği güzel gidiyordu. Bir de çocuğu olmuştu
Geçen Pazar günü tarihimizin önemli seçimlerinden birini yaşadık. Gerginlikler yaşandı ve hatta ne yazık ki kan döküldü, ölümler oldu. Üzücü... Şenlik gibi seçimlerin yaşandığı demokrasilerin özlemiyle, gelin demokrasinin tarihsel sürecine hiç değilse ana başlıklarıyla şöyle bir göz atalım...
MÖ 4. yüzyıl: Demokrasi ilk olarak Eski Yunanistan’da, şehir devletlerinde uygulandı. Demokrasiye çok yakın olan bu sistem, Atina demokrasisi olarak da anılır. Teoride bütün yurttaşlar mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipti, fakat o günün koşullarına göre kadınlar, köleler ve o şehir devletinde doğmamış olanlar, bu haklara sahip değildi. Bu sistemin en güçlü uygulayıcısı olarak Atina’yı ele alırsak, MÖ 4. yüzyılda nüfusun 250-300 bin arasında olduğu tahmin edilir. Bu nüfusun 100 bini Atina vatandaşı ve Atina vatandaşları arasında da sadece 30 bininin oy verme hakkına sahip yetişkin erkek nüfusu olduğu varsayılır.
MÖ 1. yüzyıl- MS. 4. yüzyıl: Roma İmparatorluğu’nda yurttaşlık ve insan hakları kavramı ortaya çıktı ve gelişme gösterdi. Demokratik haklar, genellikle sosyal sınıf ayrımına göre şekillenirdi ve güç elitlerin elindeydi.
1215: İngiltere’de Kral I. John’un (Yurtsuz John)
Eğer ilgi alanlarınız ortaksa, o insanlarla bir konferans, bir yemek veya herhangi bir vesileyle mutlaka tanışma fırsatı bulabiliyorsunuz.
Ortak noktaları İzmir ve İzmir tarihi olan insanlar da birbirlerini tanırlar. Hele şimdi sosyal medya varken bu iş çok daha kolay.
İşte o insanlardan biri de karşılaştığımız her yerde sohbet etmekten büyük keyif aldığım sevgili Nejat Yentürk.
Kendisi tıp doktoru ama, aynı zamanda çok iyi bir koleksiyoncu ve araştırmacı. Gastronomi tarihi, kozmetoloji tarihi ve İzmir kent tarihi üzerine çalışmaları var. Geçtiğimiz günlerde de yeni bir kitabı yayınlandı Nejat Yentürk’ün. Oğlak yayınlarından çıkan “Ayaküstü İzmir, Sokak ve Fırın Lezzetleri.”
Kumru, boyoz, sübye ve söğüş gibi daha pek çok İzmir lezzetini başlıklar halinde detayına inceleyen güzel bir çalışma olmuş. Kitaptaki başlıklardan bir tanesi de döner.
“İlk çıktığı yer Bursa olsa da İzmir’de neredeyse her lokantada döner olduğu için o da İzmir lezzeti sayılır” deyip şaşırmayabilirsiniz. Ama öyle değil.
Nejat Yentürk bu muhteşem lezzetin tarihsel sürecine dair öyle kayıtlar bulmuş ki hakikaten şaşıracaksınız.
1880’li yıllarda faaliyete başlayan Bursa İskender Lokantası’nın uzun yıllar dikey dönerin mu
Bir önceki hafta yaptığımız Atina gezimizi anlatırken ancak birinci günün yarısına kadar gelebilmiştik. “Atina’da İzmir İzleri” başlıklı yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
İlk gün öğlenden sonraki ziyaret noktamız Benaki Müzesiydi.
1931 yılında Antonis Benaki koleksiyonlarıyla oluşturulan müzede, arkaik dönem kalıntılarından, İslam sanat eserlerine ve İznik çinilerine kadar 20 bin civarında obje sergileniyor. İlk bakışta neoklasik mimariye sahip bir köşk gibi görünen müze binası, arkadaki binalara doğru uzayan ve öyle bir iki saatte değil en az bir gün zaman ayırılması gereken muhteşem bir yer.
Ertesi sabah 1924 yılında mübadeleyle İzmir’den Atina’ya göçenlerin kurduğu Nea Smirni semtine doğru aracımızla yola çıktık. 6-7 katlı binalardan oluşan bir İzmir semti gibiydi ama önemli bir fark vardı; neredeyse istisnasız tüm balkonlar adeta bir bahçe gibiydi. Yemyeşildi.
Nea Smirnalılar bir zamanlar mübadeleyle terk ettikleri İzmir’i hayatlarından hiç uzaklaştırmamışlardı. Evlerinden çıktıklarında, Koukloudza (Kokluca), Kordeliou Karşıyaka), Aidinou (Aydın), Mpournova (Bornova), Pergamon (Bergama), Paradisou (Şirinyer,Buca), Magnisias (Manisa), Adramittou (Edremit) adını