İtiraf edeyim, bazı konserlerde, tiyatrolarda alkışlamak hiç içimden gelmiyor. Beğenmediğimden değil, o yoğun duygu halini zorunlu bir davranışla bölmek istemediğimden
Konser salonu tıklım tıklım. Sahnede filanca büyüyor da büyüyor. Salonda çıt yok; herkes hipnotize olmuş gibi. Sahnedeki ekip son notaya bastığı an, seyirci giriyor devreye. Kurulmuş saat gibi, başlıyor herkes aynı tondan: şak şak, şuk şuk, alkış kıyamet...
O an, gayet şuursuz, gayet kendinden geçmiş, o son notanın etkisi altında, uzaklara dalmış gitmişim. Etrafım ellerini patlatırcasına alkışlayanlarla çevrili, ben dinlediğim müzikle çok uzaklarda. Üzerimde her saniye daha da artan “Neden alkışlamıyorsun? Ayıp. Biraz emeğe saygı...” bakışı, beni gerçeğe aydırıyor. Alkışlamayana kaş çatmaların, göz devirmelerin, yandan yandan kibirli söylenmelerin sebebi malum. Alkışlama, biraz da koyun psikolojisinin ürünü, tuhaf bir ritüel.
Bir Sezen Aksu konserinden, o muzur sesiyle, şöyle bir laf hatırlarım mesela: “Şunun şurasında 30 küsür yılı devirmişiz beraber. Hiç boşuna yırtmayın kendinizi, her dakika alkışlayarak. Şöyle evinizin salonundaymış gibi yayılın koltuğa. Rahatlayın. Tadını çıkarmaya bakın.” Şakayla karışık söylenmiş sözün samimiyeti tartışmaya açık. Yine de rahatlatmaz mı böyle bir laf duymak? “Bir konserde, bir oyunda neyi, neden alkışlıyoruz?”un yanıtıysa seyirci karakterine göre boy boy, çeşit çeşit. Ön sıralardan başlayalım:
Tek başına alkışlayan: Gevrek bir kahkaha ya da gür bir sesle pekiştirir alkışını. Çıkardığı her seste ya da gürültüde “Siz anlamadınız, ben anladım” mesajı vardır. Alkışıyla döver adamı.
Anında ayağa fırlayan: Genelde tatlı niyetinden, kabarmış sevgisinden yapar. Çoşkusu o kadar yüksektir ki, alkışlamakla yetinmez, ok gibi fırlar ayağa. Beraberindekileri de çekiştire çekiştire ayağa kaldırır. Bir bakmışsınız, göz açıp kapayınca kadar, salondaki herkes sahnedekileri ayakta alkışlıyor ve siz hâlâ kucağınızdaki monttan, ayağınıza takılan çantadan sıyrılmaya çalışıp yerinizde doğrulmaya çalışıyorsunuz. Sonuç vahim.
Şak şakçı takımı: Sahnedeki ağzını açsa, alkışıyla lafı ağzına tıkar. “Teksiniz/yeganesiniz” diye diye övenlerin öncüsüdür. Şak şaklamaktan sahnede olan bitenin tadına varamaz. En acıklı olanı alkışlarken sahneye fırlattığı “Benim alkışlarım sayesinde sen oradasın” bakışıdır.
Tempoyu tutturmaya çalışan: İşin bir de tempo tutma raconu var. Öyle kafanıza göre gevşek gevşek alkışlayamazsınız. Her salonda elbet biri arkasına dönüp, elleri havada alkışlayarak, orkestra şefliğine soyunur.
‘CURTAIN CALL’ RACONU
Bir de ‘curtain call’ hadisesi var. Perde kapandıktan sonra oyuncunun/müzisyenin alkışlarla tekrar sahneye çıkmasına batıda ‘curtain call’ deniyor. Bu dillendirilmemiş racon bazen tuhaf durumlara vesile olabiliyor. Sene, 2004. Yer, Bodrum Antik Tiyatrosu. Sahnede Nilüfer&Fahir Atakoğlu ikilisi var. Antik Tiyatro’da verilen ilk konserlerden biri. Organizasyon henüz oturmamış, ortalıkta minder yok, taşa oturuyorsunuz. Gündüz Bodrum en sıcak günlerinden birini yaşamış, taşlar hâlâ cayır cayır yanıyor. Şahane konser bittiği gibi millet yerinden zıplıyor. Fakat, müzisyen takımı sahneden birkaç adım ötede, köşeye pusu kurmuş, alkışı beklemekte. Tek tük de olsa alkışı duyduğı gibi fırlıyorlar sahneye. Herkesin yüzünde “Allah, yakalandık” bakışı, kimisi ayakta salınarak idare ediyor, kimisi oturuyor tekrar taştan ocağın üzerine.
‘Bis’ angaryasına Ortaçgil çözümü
‘Bis’ bahanesiyle alkışlattırma olayına dair en şık tespit, yine 2004 tarihli, bir Teoman&Bülent Ortaçgil konserinden. Teoman, son şarkı öncesi şuna benzer bir laf etmişti: “Ortaçgil, bir konserini şöyle bitirmişti: ‘Şimdi biz konseri bitirsek, gitsek; siz de arkadan alkışlamaya başlayacaksınız. Kal, git, sonra geri dön. Siz de gelene kadar alkışlayacaksınız filan. Boşuna, karşılıklı angarya olacak.’ Ortaçgil’in dediği gibi ‘bis’ dediğimiz şey gerçekten böyle oluyor. Sizler alkışlıyorsunuz, bizler bekliyoruz. Aramızda şöyle konuşmalar dönüyor: ‘Abi, çıkalım mı?’ ‘Yok yok, bir dakika daha bekleyelim.’ ‘Ya giderlerse?’ ‘Çıksak mı hemen ya?’ (...) Şimdi Bülent abi diyor ki size: ‘Biz gittik. Siz çok alkışladınız bizi. Doyamadınız bize. Bizler de ısrarlara dayanamak, kıramadık sizi, geri döndük. Birer parça daha çalıyoruz.’” Yüksüzlüğü bahanesiyle Ortaçgil’i bir kez daha analım. Alkışlamadan. Sessizce.