DEĞERLİ okurlarım, Hüsnü Mübarek görüntüye bakılırsa seçimle gelmiş bir cumhurbaşkanı idi. Mısır, “yarı başkanlık” diye adlandırılabilecek bir sistemle yönetiliyordu. Belirli aralıklarla seçimler yapılmaktaydı. Mübarek, milli iradenin oyları ile seçilmişti!
Parlamento da seçimle gelmişti.
Milli iradeyi temsil ediyordu! Hükümet de parlamentodan güvenoyu almıştı.
Ve o da milli iradeyi temsil ediyordu! Hepsine birlikte “Seçilmişler!” denilebilirdi.
Ya yargıçlar?
Onlar da seçilmişler tarafından atanıyorlardı!
Seçilmişlerle “uyum” içindeydiler. Esasen önemli olan da devletin bütün kurumları arasında “uyum” olması değil miydi?!..
DEĞERLİ okurlarım, benim çok küçük yaşlarım Mısır’da geçti. Kral, Faruk’tu! Saraylar yüksek duvarlar arkasındaydı. Ülkede dadece kralın arabası kırmızı renkte olabiliyor idi. Kral’ın arabası Kahire sokaklarından geçerken iki tarafında başları fesli yağız korumalar koşardı.
Kraliyet ailesi Türkçe konuşurdu. Kavalalı Mehmet Ali soyuydu onlar. Faruk ilk Türkçe bilmeyen hanedan mensubu idi. Çünkü onun annesi Fransızdı. Kraliyet ailesi halkı küçümserdi. Saraylarının etrafını çeviren duvarların, hanedanın halkın pislik ve fakirliğini görmemesi için bu kadar yüksek yapıldığı söylenirdi. Ama halkın da duvarların arkasındaki ihtişamı görmemesinin amaçlandığı söylenmezdi!
Halk da gerçekten çok fakir, çok eğitimsiz ve de çok çaresiz idi. Fakirlik ve çaresizlik saray duvarlarının dibine kadar ulaşmıştı. Çocukların gözlerine sinekler sürüler halinde konar ve sürüler halinde kalkarlardı. Mısırlı kadınlar çok endamlı, uzun boylu, sürmeli gözlüydüler. Nil kenarında ateşte ısıttıkları gaz tenekelerine doldurdukları suları dumanları tüte tüte başlarının üzerinde taşırlardı. O sıcak tenekenin yanında omuzlarına da minik çocuklarını ata biner gibi oturturlardı. Ama podyumda yürüyen mankenler gibi
DEĞERLİ okurlarım, mahkeme tarafından suçlu bulunup mahkum olmamış bir kişinin, terör suçları ile suçlanıyor olması halinde 10 yıl, terörden başka bir suçun zanlısı ise 5 yıl tutuklu kalabileceği sınırını getiren bir yasa çıktı. Yüksek yargı tarafından da yorumlanarak yürürlüğe girdi. Bunun sonucunda 5 ve 10 yıldır mahkum olmadan tutuklu bulunan bazı insanlar serbest bırakıldı. Doğal olarak süreleri dolmamış olanlar da hapiste tutulmaya devam edildi.
Bu durumun ve bu duruma doğan tepkilerin birçok “anormal” yanı var!
Kısa kısa özetleyeceğim:
1. Suçu mahkeme kararı ile kesinleşmemiş insanların tutuklanmaları normal birşey değildir. Ancak istisnai hallerde olması gerekir. Bu istisnai haller: ”A. Kaçma tehlikesi vardır (ki bugünkü teknoloji ile insanları her an izlemek mümkün olduğundan gelişmiş ülkelerde bu nedenle tutuklama çok azalmıştır), B. Delilleri ve şahitleri etkileme tehlikesi vardır.” Medeni dünyada artık fiili tutuklama yerine “elektronik gözetim” ve “kefalet” tercih ediliyor. Suçu kanıtlanmamış insanların tutuklanması gerçekten istisna oldu. Tutukluluğu 5 ila 10 yıl ile sınırlamak, hukuksuzluğun itirafından başka birşey değildir!
2. Yine medeni ülkelerde suçu
DEĞERLİ okurlarım, başlıktaki sözler Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a ait. Arınç aynen şöyle söylüyor, “Hayat içkiden ibaret değil. Hayat seksten ibaret değil. Bir kısım çağdaş düşünceye sahip olduğunu söyleyenler sadece içki ve seksle olaylara bakıyorlar. Evet onlar da bir insan için çok büyük ihtiyaçlar. Onlara da ihtiyacımız var. Onlar da bir şekilde tatmin edilecek ama....”
Şimdi bu sözleri dikkatle okursanız, Arınç’ın seks gibi içkinin de çok büyük bir ihtiyaç olduğunu, bu ihtiyacın da bir şekilde tatmin edileceğini söylediğini yazabilirsiniz! Çünkü Arınç, “... Onlar da bir insan için çok büyük ihtiyaçlar. Onlara da ihtiyacımız var. Onlar da bir şekilde tatmin edilecek” derken “onlar” sözcüğü hem seksi hem de içkiyi kapsamakta!..
Tabi bu işin şakası! Hiç şüphe yok ki Başbakan Yardımcısı Arınç’ın çok büyük ihtiyaç olduğunu kastettiği içki değil sekstir!
Eh bu doğru teşhise de ne denebilir?! Ancak Başbakan Yardımcısı’nın iktidarın hayat tarzına müdahale etmediğini savunurken söylediği bu cümleleri arasında öyle bir teşhisi var ki onun üzerinde durmaya değer:
“Bir kısım ‘çağdaş düşünceye sahip olduğunu söyleyenler’ sadece içki ve seksle olaylara bakıyorlar...”
SEVGİLİ okurlarım, işin ciddiyeti kalmadı!
BDP başkanı KCK/TM davası süresince 1000 kişinin terör örgütüne katılmak üzere dağa çıktığını ileri sürüyor. Sözleri aynen şöyle:
“Son iki yıl içerisinde yani bizim partimize gelip başvuran ailelerin sayısı, çocuğum dağa gitti diyen ailelerin sayısı 1000’i bulmuştur. Bin genç bu KCK operasyonları nedeniyle dağa gitmiştir. Bunun hesabını kim verecek? Hani dağa gidişin yollarını kapatacaktınız? Hani bu ülkeye barışı getirecektiniz? Dağa giden 1000 gencin hesabını kim verecek?”
Böyle bir iddia ciddi bir siyasi parti lideri tarafından yapılamaz. Ülkenin yasaları çerçevesinde bir grup Türk vatandaşı tutuklanmış. Bunların terörist oldukları iddia ediliyor. Bu sanıklar Türkçe ifade vermiyorlar. Yani kaba güçle, Türkçe bilmelerine rağmen mahkemeye Kürtçeyi resmi bir işlemde kullandırtmak istiyorlar. Türkçe bilmeyen sanık ve tanıklar için mahkeme zaten bir tercüman atamakla yükümlü. Her vakit de yapılıyor.
Burda sanıkların yapmak istediği bir dayatma, bir emrivaki ile Kürtçeyi resmi dil haline getirmektir. Bütün bunlar konuşulabilir! Ne zaman. PKK silahlarını bırakıp gelip adalete teslim olduğu zaman!
* * *
Sanıklar ifade vermedikçe dava
DEĞERLİ okurlarım, mesleği sanat olmayan bizler sanat eserleri ile ilgili olarak ne söyleyebiliriz? Bazen bir sergi gezerim. Sanatçısını tanırım. Ordadır. Bu benim en sıkıntılı anımdır. Eserlerini çok güzel bulmuş olabilirim. Gene de ne söyleyeceğimi bilemem. Sıkılırım!..
Desem ki, “Eserlerin çok güzel!” Benim bir sanatçının eserlerini derecelendirmeye hakkım var mı? Onu takdir edecek yetkim var mı? Bir esere, “Bu eser çok güzel” demek hakkını kendimde bulursam, bu bana bir başka esere de “Bu eser çok çirkin” demek hakkını vermez mi?
* * *
Bir sanatçının eseri ile ilgili hüküm verilebilir mi? Yani verilecek hüküm eserle ilgili mi olmalıdır? Doğrusu ben hiçbirimizin, sanat eserleri ile ilgili olarak bir “estetik değerlendirme” yapma hakkı olmadığını düşünürüm. Yapılabilecek değerlendirme sadece o eserle ilgili olarak benim kendi duygularım olmalı diye düşünürüm. “Ben bu eseri çok beğendim!” demeye hakkım olduğunu düşünürüm. Aynı şekilde, “Hiç beğenmedim!” demeye de!
Bir sanat eserine “güzel” veya “çirkin” demekle, “ben beğendim” ya da “beğenmedim” demek arasında büyük fark var. Birinde sanatçının yapıtı ile ilgili bir hüküm veriyorsunuz, diğeri sizin kendi zevk ve
DEĞERLİ okurlarım, Angela Merkel daha muhalefetteyken Türkiye’ye gelmiş, Türk hükümetini Avrupa Birliğine tam üyelik sevdasından vaz geçirmeye çalışmıştı. Merkel o tarihte de bize, “Sosyal Demokratların kapı arkasında konuştukları ile yüzünüze söyledikleri farklı. Tam üyelikte israr etmeniz sizin için iyi olmayacak” diyordu! Bizim yetkililerimizin ise, “Yahu nedir kapı arkasında konuşulanlar? Onlar söylemiyorsa sen söyle!” demek akıllarına gelmiyordu.
Nitekim o gün bu gündür ülkemizin başı dertten kurtulmuyor:
* Neredeyse bölünmeyi kanıksar hale geldik. PKK önce terör eylemlerini tırmandırdı, sonra ortaya “Özerk Kürdistan” projesini attı. Bu projeyi ülkemizin okumuş yazmış takımından bir bölümü ile toplantılar yaparak tartıştırdı,
* Kollarını doktorlardan subaylara, savcılardan üniversite profesörlerine, gazetecilere kadar atmış bir Ergenekon projesi ile silahlı kuvvetler, yargı, basın gibi ülkeyi bir arada tutan, demokrasiyi koruyan kurumlar hızla yıpratılıyor,
* İçki yasalarında değişiklikler yapılarak, polislerle restoranlara baskınlar yapılarak, okullarda kız erkek öğrencilerin davranışları baskı altına alınarak, televizyon dizileri sansürlenerek demokrasimizin özgür
DEĞERLİ okurlarım, geçen yazımda Neo Osmanlılığın özellikle “İslami Kesim” yazarları diye anılmaya başlayan bazı yazar ve düşünürlerde adeta bir nostaljik özlem gibi işlenmeye başladığını yazmıştım.
Hiç şüphesiz ki her ülke, bölgesinde daha etkin, problemleri çözücü, haksızlıkları giderici bir rol oynamak ister. Ama bunun İngiltere’nin eski sömürgeleri ile oluşturduğu Milletler Topluluğu (Commonwealth) anlayışı ile bir “ağabeylik” rolüne dönüşmesinin de hayali bir özlem olduğunu vurgulamıştım. Böyle bir rolü yapabilecek gücü kendimizde vehmedebilmek için, ekonomik, eğitimsel ve kültürel açılardan bölgemizdeki bütün ülkeler için özenilen bir düzeye gelmenin gerekliliğini vurgulamıştım.
* * *
Aslında Türkiye’nin batısında kalan eski Osmanlı sancaklarının (özellikle de AB üyesi olanların) bize özenmeleri söz konusu değil... Ki bu sözlerimin şahidi Yunanistan Başbakanı’nın Erzurum’da yaptığı ağır konuşmadır!... Bize özenmekte olan doğumuzdaki eski Osmanlı sancaklarına ise ne kadar ironiktir ki biz özenmekte, öykünmekteyiz!
* * *
Yunanlı bir büyük tarihçi ve Türkolog olan Profesör Dr. Dimitri Kitsikis eski çağlara karşı duyulan Cumhuriyet karşıtlığı ile sarmal bir nostaljik