DEĞERLİ okurlarım, bu satırları Ulvi Puğ’un CHP’den aday adaylığını açıkladığı sabah kahvaltısından hemen sonra yazıyorum. Sevgili Ulvi’yi rahmetli İsmail Cem’in kurucusu olduğu Yeni Türkiye Partisi (YTP) il başkanı olduğu dönemden tanıyorum. Hiç unutmuyorum bir gün telefonum çalıyor ve genç bir ses benden bir randevu alıyor. Buluşuyoruz. Pırıl pırıl bir insanla böyle tanışıyorum.
Daha sonra kamu oyuna pek yansımayan ama bence çok önemli, idealist prrojeler üretiyoruz birlikte. Örneğin zannediyorum “Siyasi Partiler İçin Ahlak (Etik) Kuralları” yönetmeliğinin Türkiye’deki ilk çalışmasını birlikte başlatıyoruz. Aradan birkaç sene geçtikten sonra TBMM’de bir Etik Yasası geçiriyor ve kanunlaşıyor. Muhtemelen bizim çalışmamızın bir etkisi yok ama demek ki bir ihtiyacı doğru teşhis etmişiz.
O tarihteki yerel Seçimler öncesinde, gene Ulvi Puğ ile birlikte bir deklarasyon yayınlıyoruz. O zaman darmadağan olan sol partileri birleşmeye teşvik ediyoruz. “İzmir Deklarasyonu” adını verdiğimiz bu çabamıza Ulvi Puğ’un önderlik ettiği gönüllüler birkaç gün içinde 10 binin üzerinde imza topluyorlar.
Daha sonra başkanı olduğu “İzmir Milli Kütüphane Vakfı” için yaptığı özverili çalışmaları
DEĞERLİ okurlarım, Milli Eğitim Bakanlğı önemli bir karar aldı, 12 yıllık ilk ve orta öğrenim sonunda mezun olanlar doğru dürüst yabancı dil konuşsun, yazsın ve okusun istiyorlar. Bu projeyi sevinçle karşıladım.
Öyle bir eğitim sistemi, öyle bir öğretim araç ve gereçleri düşünün ki bu sistem altında çalışan öğretmenler yedi yıl öğrencilere lisan öğretmeye çabalıyor. Bu konuda binlerce, on binlerce öğretmene maaş ödeniyor, milyarlarca liralık kitap, araç, gereç bastırıyor. Öğrencilerin ulusal düzeyde milyonlarca saat eğitim zamanı harcanıyor... Ama mezun olan öğrenciler okudukları yabancı dilde bir tek cümle kuramıyor, konuşamıyor, yazamıyor, anlamıyor!
Liselerdeki bazı İngilizce hocalarını, altını çizerek bazı diyorum, İngilizcesini de görme fırsatım oluyor. Bu öğretmenler de hatasız cümleler kuramıyorlar, konuştukları İngilizce aksan bozuklukları nedeni ile anlaşılamıyor, düşüncelerini de İngilizce olarak doğru bir ifadeyle anlatamıyorlar. Sistem onlara İngilizceyi olması gerrektiği gibi öğretememiş. Aynı sistemle öğrencilerine ingilizce öğretmeleri de mümkün olmuyor.
Bu yeni proje ile Milli Eğitim Bakanlığı her yıl yurt dışından 10.000 öğretmen getirmeye karar
DEĞERLİ okurlarım, birbirleri ile alakasız gibi görülebilecek iki konuyu ele alarak bundan doğru olduğuna içtenlikle inandığım bir sonuç çıkaracağım.
1. BDP taleplerini elde edebilmek için “sivil itaatsızlık” eylemi başlattı. DTK Başkanı Ahmet Türk ise şöyle diyor, “Bizim eylemimiz tamamen demokratik bir eylemdir. Bizler bu konuda çok duyarlı davranacağız. Panzerler bizi ezseler dahi hiç bir eyleme karşılık vermeyeceğiz. İnanıyorum Türkiye aydınları ve demokratları da buna katkı sunar.”
Selahattin Demirtaş da bildiğimiz 4 talebini yineliyor:
“Anadilde eğitim, siyasi tutukluların serbest bırakılması, yüzde 10 seçim barajının kaldırılması, askeri ve siyasi hareketlere son verilmesi.”
Her iki lider de ne yazık ki PKK’nın yaptığı şiddet olaylarına karşı olduklarını söylemiyor. Halbuki, sivil itaatsızlığın birinci şartı şiddetle olan tüm bağların atılması. Buna en yakın söz Ahmet Türk’ün “Panzerler bizi ezse dahi hiç bir eyleme karşılık vermeyeceğiz” söylemidir. BDP ve Kürt siyasi liderler, şiddete gerçekten karşı çıkıp, PKK ile bağlarını kopararak, gerçek bir sivil itaatsizlik hareketi başlatsınlar. O zaman bence hem PKK’nın hiç bir zaman olmadığı ve olamıyacağı kadar etkili
DEĞERLİ okurlarım, Cumhuriyet Halk Partisi nihayet “adil, dürüst, çağdaş, kalkınmış” özetle “çağı yakalamış” bir Türkiye arzu edenlerin beklentilerine cevap vermeye başladı. Bu gelişme ülkesini seven herkes için mutluluk vermelidir. Çünkü, güçlü ve bir gün iktidara geldiğinde ülkeyi iyi yönetmek için projeleri olduğuna toplumun inanacağı bir muhalefet demokrasinin sigortasıdır.
Böyle bir muhalefetten yoksun ülkeler despotlar tarafından yönetilmektedir. Ancak, Tunus’ta başlayan, Mısır’da devam eden ve Ortadoğu’nun tüm despotlarını hedef alan özgürlük ateşi Tarih’e bu despotların döneminin kapandığını haykırmaktadır. Birleşmiş Milletler’in Libya ile ilgili olarak aldığı son karar bu anlamda bir milattir.
CHP’nin birer birer açıklamaya başladığı projeleri ben de makul ve uygulanabilir projeler olarak görüyorum. Beğendiğim üç proje üzerinde kısaca durmak istiyorum:
Aile sigortası
1) Aile Sigortası çağdaş sosyal demokrasi anlayışının bir ürünüdür. Çağdaş anlayışa göre devletin üretim yapması ancak bir son çare, ve istisna olarak düşünülebilir. Devletin görevi toplumda hiç kimsenin temel gereksinmelerini karşılayamayacak bir yoksulluk çukuruna düşmemesini sağlamaktır. Devlet bu
DEĞERLİ okurlarım, Japonya tarihinin en büyük felaketini yaşıyor. Deprem, Tsunami ve Fukushima Daiichi Nükleer Santrali’ndeki kazanın birleşmesi, belki de Hiroşima ve Nagazaki’ye Amerikalıların attığı atom bombalarının yarattığı tahribattan daha büyük bir yıkıma neden olacak.
Japonya’nın bu felaketinin global ekonomiye etkisi atmosfere savurmakta olduğu nükleer kirlenmenin yarattığı global panik olacak gibi gözüküyor. Bu panik şimdiden Japonya içinde insanların yüzbinlerle, hatta milyonlarla ifade edilebilecek kitleler halinde Fukuşhima santralinden mümkün olduğunca uzaklara kaçmaya başlamalarına neden olmakta. Santralden 240 küsur kilometre uzaktaki Tokyo’da bile halk bulabildiği olanaklarla hızla Osaka’ya doğru göç etmekte. Büyük alışveriş merkezlerinde gıda mağzaları boşalmış. Herkes felaket günlerinin gereksinmnelerini depoluyor.
* * *
Dünyada felaketlere en hazırlıklı bir yapıya sahip olan bu ülkede, bütün hesapları alt üst eden bir Tsunami, tarihinin en büyük nükleer felaketini doğuruyor. Japonya’nın atmosfere savurduğu radyasyon Alaska’dan başlayarak Kuzey Amerika’ya sokuluyor! Adeta doğa, Hiroşima ve Nagazaki’nin öcünü almak üzere, radyasyonu “Jet Stream” denilen
DEĞERLİ okurlarım, Türkiye bir süredir yoğun bir kamu oyu yaratma kampanyası ile karşı karşıya. Kampanyayı yürütenler Türkiye’de ciddi bir enerji darboğazının yaklaşmakta olduğunu, tek çözümün ise nükleer enerji santralleri olduğunu israrla ifade ediyorlar!...
Nükleer enerjinin insanlığı hangi tehlikeler le karşı karşıya bıraktığını bilenler ise Dünya’da ve Türkiye’de bu santrallerin yapımına karşı çıkıyorlar.
Karşı çıkanların üzerinde durdukları husus, bu santrallerde insan ve makine hatasından veya doğal afetlerden kaynaklanacak bir kazanın milyonlarca insanın yaşamını riske sokabilecek çok büyük bir felekete neden olabileceği idi. Ama nükleer santral yandaşları da kendinden emin bir duruşla şu hususları savunmakta idi:
* * *
1. Bu santraller en büyük doğal afetlere dahi dayanacak sağlamlıkta yapılmaktadırlar. Modern teknoloji hiç bir doğal afetin altedemiyeceği yapıları mümkün kılmaktadır,
2. Bu santrallerin bilgisayar aksamları ve mekanik aksamları o şekilde yedeklenmektedir ki bir sistemin aksaması halinde onun yerini alacak birden fazla sistem mevcuttur. Bütün sistemlerin aynı anda aksaması istatistiki olarak ifade edilemeyecek kadar küçük bir ihtimaldir,
3. Nükleer
DEĞERLİ okurlarım, 2007 yılından bu yana Türkiye’nin üzerine bir karanlık kabus bulutu çöktü. Aslında hükümet bütün söylemleri ile tam tersine, bir “öğle vakti aydınlığı” yaşayacağımızı vaat ediyordu... Gölgelerin küçüleceği, karanlıkların kalmayacağı bir öğle vakti aydınlığı... Ama uygulama tam tersi oldu: Arthur Koestler’in meşhur romanındaki gibi “Öğle Vaktinde Karanlık!”
2007’den bu yana fezlekeler hazırlanıyor, tutuklamalar yapılıyor, evlere baskınlar düzenleniyor, insanlar karanlıkta toplanıp götürülüyor, onbinlerce sayfalık iddianameler hazırlanıyor... Yaşla kuru ayırt edilmiyor, tutuklamalar yeni tutuklamalar getiriyor... Derin devlete karşı olanlar, bu yolda mücadele etmiş yazarlar, gazeteciler tutuklanıyor... Suçluluğu kanıtlanmamış insanlar, mahkum olmuş ceza çeken insanlarla aynı şartlarda hapiste tutuluyor... Yetmiyor, hastahane odalarından alınıp bodrum katlarındaki mahkum koğuşlarına konuluyor, hücrelere konuluyor... Seneler geçiyor... Açılan hiç bir davadan sonuç alınamıyor... Başlangıçta inanmış insanlar dahi artık ortada bir ihtilal örgütü, bir darbe hazırlığı olduğuna inanamaz oluyorlar!...
* * *
Senelerdir hükümetten yana yazılar yazan yazarlar dahi son
Değerli Okurlarım, geçen Cumartesi günü Can Dündar nefis bir yazı yazmış. Yazının başlığı “Özeleştiri”. Giriş cümleleri şöyle: “Geç kaldık. Aslında çok önce haykırmalıydık tepkimizi...lk gazeteci içeri alındığında yürümeliydik ağzımızda susturulmuşluğun simgesi kara bantlarla...”
Bu güzel yazı bana 6 Temmuz 2003 tarihli köşe yazımda anlattığım bir masalı anımsattı... Can Dündar’ın pişmanlığına yürekten katılarak bu masalı aşağıda tekrarlıyorum!
* * *
Bir otlakta büyük bir öküz sürüsü yaşarmış... Yaşarmış yaşamasına ama civardaki aslanlar da hemen her gün saldırırlarmış bu sürüye... Öküz dediğin öyle yabana atılır bir hayvan değil ki, bir araya toplandılar mı kolayca defetmesini bilirlermiş o koca aslanları...
Gün geçtikçe aslanları almış bir kaygı. “Herhalde bize bu otlağı terk etmek düşüyor” demiş aslanlardan birisi. “Nereye gideriz” diye düşünürlerken “Bir dakika” diye bir ses duymuşlar gerilerden... Sürünün en çelimsiz, ama kurnaz mı kurnaz bir ferdi olan topal aslanmış söze atılan... “Hayır” demiş, “Hiçbir yere gitmiyoruz... Ben hallederim bu işi...”
“Haydi bir şans verelim ne çıkar” diye düşünmüşler... Topal aslan elinde beyaz bayrak gitmiş öküzlerin yanına...