DEĞERLİ okuyucularım, Genelkurmay Başkanı Başbuğ son açıklamaları ile sorunların ne denli tehlikeli bir “sath-ı mail”e girmiş olduğunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koydu. Kendilerini eleştirmek için bazı köşe yazarlarının ortaya attığı fikirlerin, batı kaynaklarından alınmış tercümeler olduğunu örnekleri ile söyledi. Silahlı kuvvetlerin sabrını, yasa sınırları içinde, taşma noktasına getiren olayları ve arkasındaki sistematik yapıyı ben de geçmişte defalarca yazdım:
12 ve 16 Nisan 2009 yazılarımdan:
“Bir ülkeyi zayıflatmanın, güçten düşürmenin en etkili yöntemi onu bir arada tutan ‘fikirleri’ ve ‘kurumları’ zayıflatmaktır. Son yıllarda Türkiye’deki güncel olaylara bakınız, ülkemizin en temel ideolojileri ve önemli demokratik kurumları yıpratılmıyor mu?
- Öncelikle Türkiye’nin temel kuruluş ideolojilerinin ana mimarı olan Atatürk’ün bizzat kendisi yıpratılıyor. Bu iş, sokak, cadde ve havaalanlarından Atatürk isminin, okullardan Atatürk resimlerinin kaldırılmasını istemeye kadar varmadı mı?
- Ulusalcılık, ulus devlet kavramı yıpratılmaktadır. Türkiye’de Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran tüm Türkiye halkını kapsayan, farklı ırk ve etnisiteden gelen tüm
DEĞERLİ okurlarım, tıp camiası aylardır kan ağlıyor. Hepimiz için hayati önemi olan bu meslek sahiplerine hükümetler “evel eski” etmediğini bırakmaz. En uzun eğitimi alan doktorlar askerlik görevlerine ek olarak bir de mecburi hizmet yaparlar. Tam gün çalışma mecburiyetleri getirilir. Maaşları düşürülür. Rotasyona gönderilir. İtilir kakılırlar. Hükümetler doktorlara eziyete doymaz!
Sıkıntılarını haykırmak için beyaz önlüklerini giyer yollara düşerler, onların dertlerine eğileceğimize biz de en bencil nedenlerle onlara kızarız. Halbuki Türkiye’de dünya çapında başarı kazananların en önünde doktorlar vardır. Bana da internetten gönderilen şu listeye bakınız.
- Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, obezite ve şeker hastalığına sebep olan geni buldu.
- Goethe Üniversitesi cerrahlarından Prof. Dr. Tayfun Aybek, kalp krizini önceden haber veren ‘çip’ geliştirdi.
- Gaziantep Üniversitesi Plastik Cerrahi Başkanı Doç. Mehmet Mutaf’ın dudak yarığı konusunda geliştirdiği ameliyat tekniği, Fransa’da ‘en başarılı teknik’ kabul edildi.
- Finlandiya Kuopio Üniversitesi Biyokimya Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Neva Çiftçioğlu, böbrek taşlarına ‘nanobakteri’
30 Ocak Cumartesi günü bu köşede ekonomi üzerine bir yazı yazmıştım. Yazı global ekonomideki belirsizliği anlatıyordu:
“......Epey bir zamandır, artık dünyanın da Türkiye’nin de krizden çıktığını yazmaya hazırlanıyorum. Ama global ekonomideki olaylar buna bir türlü olanak vermiyor. Bir bakıyorsunuz Yunanistan’ın içine düştüğü finansman krizi haberleri geliyor. Arkasından Obama’nın bankacılık sektörü ile ilgili sözleri. Son olarak da “Standard & Poors” değerlendirme kuruluşunun Japonya’nın artan büyük borcunu dikkate alarak kredibilite notunda görünümünü olumsuz’a çekeceği uyarısı. Bunlar dünya borsalarını altüst etmeye yetiyor.
Bu çalkalanmalardan herhangi birinin krize dönüşmesi ile durulup tekrar istikrara dönüşmesi arasındaki çizgi çok ince. Böyle bir iki olayın üst üste gelmesi ile paniğin domino etkisi yaratacak kritik boyuta ulaşması, kolaylıkla yeni bir krize neden olabilir.”
Bu yazıdan 5 gün sonra perşembe ve cuma günleri, dünya piyasaları yeniden bir depremla karşılaştı. Önce Yunanistan’a ek olarak Portekiz ve İspanya’nın da ciddi mali sıkışıklık içinde olduğu ortaya çıktı. Bunların arkasından ABD’de ocak ayı işsizlik oranının azalması beklenirken yüzde 10.1’e
Değerli okurlarım, salı günkü yazımda Prof. Dr. Ahmet İnsel‘in “Kürt Sorununda Şeffaflık Gereği” adlı makalesini irdelemiştim. İnsel, “Kürt siyasal hareketi”nin Öcalan ve PKK’nın “hegemonyası” altında olduğu varsayımından hareketle, “Öcalan ve PKK, Türkiye’de Kürt siyasal hareketleri açısından muhakkak dikkate alınması gereken, aktif ve belirleyici özneler” olduğunu savunmaktaydı.
Bense, salı günkü yazımda, İnsel‘in “hegemonya” olarak tanımladığı bu dayatmanın değişmez bir kabul olarak ele alınarak o dayatmayı tatmin edecek çözümler üretilmesinin hata olacağını savundum. Aslında, Kürt kökenli olan ve olmayan tüm aydınların biraraya gelerek çözmeleri gereken temel sorunun “Kürt sivil siyasetinin bu hegemonyanın dayatmalarından nasıl kurtarılacağının belirlenmesi” olduğunu anlatmaya çalıştım.
İnsel, dikkate alınması gerektiğini söylediği PKK ve Öcalan’ın dayattığı bu siyasal modeli, makalesinde geniş bir biçimde irdeliyor. Modelin teşkilat yapısı, iç içe oturmuş eş merkezli üç kavramda özetleniyor. En iç halka, başı Kandil’de olan, PKK’nın isim değiştirmiş ama gene illegal niteliğini koruyan şehir versiyonu olan KCK.
İkinci halka, Öcalan’ın “Demokratik Toplum Kongresi” dediği,
Değerli okurlarım, Prof. Dr. Ahmet İnsel’i karmaşık sorunları berrak temellere oturtmadaki başarısı nedeniyle keyifle okurum. Ayn fikirde olmasam da konulara yaklaşımındaki muhakeme zinciri ve bilimsellik, yazılarını çekici kılar.
Geçen gün, “Kürt Sorununda Şeffaflık Gereği” adlı makalesini okudum. Gene aynı berrak anlatım yapısı, ama vardığı sonuçlarla eş düşünmek olanaksz!
Prof. İnsel şöyle yazmış: “Gerçekten de Öcalan ve PKK, Türkiye’de Kürt siyasal hareketleri açsından muhakkak dikkate alnması gereken, aktif ve belirleyici öznelerdir. (...) Bugün PKK’nın ve PKK’nın hegemonyası altındaki Kürt siyasal hareketinin fiilen Öcalan’ın merkezinde olduğu bir etkileşim ağına tabi olduğu açık.”
Prof. İnsel, Öcalan’ın ve PKK’nın dikkate alnmasının gerekli olduğunu söylüyor. “Dikkate almak” doğal olarak “muhatap almak” demek değil. Ancak bu iki unsuru (Öcalan ve PKK’yı) Kürt siyasal hareketleri açsından dikkate almak, bu siyasal hareketlerin PKK ve Öcalan etkisinin dışına çıkmayacağını ya da çıkamayacağını peşinen kabul etmek anlamınadır. Esasen Prof. İnsel bu etkiyi “hegemonya” kelimesiyle tanımladığına göre Kürt siyasal hareketinin Öcalan’ın merkezinde olduğu “PKK yönlendirmesinin”
DEĞERLİ okuyucularım, epey bir zamandır, artık dünyanın da Türkiye’nin de krizden çıktığını yazmaya hazırlanıyorum. Ama global ekonomideki olaylar buna bir türlü olanak vermiyor. Bir bakıyorsunuz Yunanistan’ın içine düştüğü finansman krizi haberleri geliyor. Arkasından Obama’nın bankacılık sektörü ile ilgili sözleri. Son olarak da “Standard&Poors” değerlendirme kuruluşunun Japonya’nın artan büyük borcunu dikkate alarak kredibilite notunda görünümünü olumsuz’a çekeceği uyarısı. Bunların her biri dünya borsalarını alt üst etmeye yetiyor.
Bu çalkalanmalardan herhangi birinin krize dönüşmesi ile, durulup tekrar istikrara dönüşmesi arasındaki çizgi çok ince. Böyle bir iki olayın üst üste gelmesi ile bankalar, sanayi ve hane halklarından birinde paniğin domino etkisi yaratacak kritik boyuta ulaşması, kolaylıkla yeni bir krize neden olabilir.
Bu beklenmedik panik riskleri hariç, dünyadaki ekonomik veriler ve hemen tüm uluslararası kuruluşların tahminleri global ekonominin toparlanma sürecine girdiği, yavaş da olsa yıllık büyüme rakamlarının artıda seyredeceği yönünde. Hiç şüphe yok ki bu gelişmede “baz etkisi” denilen matematiksel durumun da rolü var. Bu yıl sonundaki milli gelir
DEĞERLİ okurlarım, Haftalık Gözlem gazetesinden köşe komşum Güman Kızıltan bana çok hoş bir elektronik mektubu “forwardlamış”! Yani iletmiş! Sevgili Güman ile onun Danimarka Turizm Ateşesi olduğu yıllara dayanan bir dostluğumuz var. Bana “az” ama “öz” mektuplar iletir.
Bu seferki gerçekten çok ilginç ve başlığı da yukardaki başlık. Ben de bu mektuptan alıntılar yapıyorum:
“Mustafa Kemal Paşa, 3 Mayıs 1920 günü Doğu Cephesi Komutan Kazım Karabekir Paşa’ya yazdığı bir mektupta, ‘Devlette hiç para kalmad. Şu anda içeride para temin edebileceimiz bir kaynak da yok. Baka kaynaklardan para temin edinceye kadar Azerbaycan hükümetinden borç para alnmasın temin etmenizi rica ederim’ diyordu.Kazım Karabekir Paşa, isteği Azerbaycan hükümetine iletti. Bu istek, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Halk Cumhuriyeti ile Ankara Hükümeti arasndaki ilk resmi temasta.
Azerbaycan’dan Türkiye’ye uzanan kardeş eli 1921 yl içinde Nerimanov’un ahsi emri ile Azerbaycan Dileri Bakan Mirza Davut Hüseyinov, kazanılan Birinci -İkinci İnönü Savaşlar münasebetiyle çektiği telgrafta’...Kazanılan bu büyük zaferlerden dolayı Türk halkını Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adına kutluyoruz.’ diyor ve bu büyük
DEĞERLİ okuyucularım, “misyoner” sözcüğü genelde insana tatsız bir duygu veriyor. Biz onu “Hıristiyanlık propagandası yapan din adamı!” gibi algılıyoruz. O da doğrudur. Yani kendisini Hıristiyanlığı yayma misyonuna adamış olan insanlara da misyoner deniyor. Ama “misyoner” daha genel anlamlı bir sözcük. “Misyonu olan insan, kendine bir misyon seçmiş, ve ömrünü o misyona göre şekillendirmiş insan” olarak anlamalıyız misyoner sözcüğünü.
Türkiye’de de bu anlamda misyonerler var. Örneğin İKSEV Başkanı Filiz Eczacıbaşı Sarper, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Müdürü Kenan Gökkaya kendilerini toplumumuzda müzik, sanat ve kültürün yaygınlaşmasına adamış İzmirli iki misyonerdir. Ben de zaman zaman ufak bir teşekkür olsun diye bu misyonerlerimizden söz ederim.
Bugün de böyle kendini bir misyona adamış İzmirli bir hemşehriden söz edeceğim:
Dr. Selim Amato! Arkasında hiçbir büyük sermaye olmadan, doktorların ve hastanelerin çok büyük zorluklarla karşı karşıya oldukları bu dönemde bir hastaneyi yaşatıyor ve büyütüyor. Sigortanız varsa 8 lira katkı payı ödeyerek en zor ameliyatları ve her türlü tedaviyi yaptırabileceğiniz modern ve bir daha vurguluyorum büyüyen bir hastane.
Selim