DEĞERLİ okuyucularım, bu ayın 12’si cumartesi günkü yazımda, Ermeni ve Yahudi kökenlilerimizin, patrikleri ile ve cemaat liderleri ile bu ülkenin zor günlerinde vatanları için verdikleri çabayı yazmıştım. Kısa birer paragrafla hatırlatayım:
“Türkiye’deki Ermeni kökenlilerimiz, Türk diplomatlarının Asala adındaki kanlı terör örgütü tarafından teker teker katledildikleri dönemde, çok önemli bir görev ifa ettiler. Patrikleri ve cemaatlerinin önde gelen üyeleri ile bu kanlı terör örgütünün cinayetlerine karşı çıktılar. ”
“Yahudi kökenlilerimiz de gene defalarca Amerika’da ve Avrupa’da Türkiye’nin tezlerini desteklemek için ciddi çabalar harcadılar. Kıbrıs konusu, AB konusu, soykırım konusu bunlardan bazılarıdır. Bu konularda Üzeyir Garihlerin, İshak Alatonların, Jak Kamhilerin ve daha nicelerinin verdikleri fedakârca uğraşa ben de bizzat şahit olmuşumdur.”
Aynı şeyleri Rum kökenlilerimizin, kendileri için belki, ama Patrikleri için söyleyebilir misiniz? Hiç bir Rum Patriği’nin tek bir uluslararası konuda Türkiye’nin yanında yer aldığını gördünüz mü?
Örneğin AB’ye girmek için verdiğimiz mücadelede uluslararası medyada Türkiye lehine tek bir beyanı var mıdır?
Ne bugünkü Türkiye
DEĞERLİ okurlarım, bazı şeyler beni rahatsız ediyor. Sabah radyo dinliyorum. Bir radyo kanalında iki tecrübeli ekonomi yorumcusu son açıklanan 2009 üçüncü çeyreği milli gelir rakamlarını yorumluyorlar. Birkaç dakika can kulağıyla dinliyorum. Sonra yatırım harcamalarındaki gerileme ile ilgili öyle şeyler söylüyorlar ki, bütün ilgim bir anda kayboluyor. Aralarında geçen konuşmayı biraz abartarak ama anlamına ve yaklaşımlarına haksızlık etmeden veriyorum:
- “Milli gelir yüzde 3,3 gerilemiş.
- Yaa demekki kriz hala devam ediyor.
- Evet ediyor ama bu rakama, birinci çeyrekte eksi 14,7’lerden geldik!!
- Yaa! Demek kriz devam ediyor ama azalıyor...
- Fırtına gücünü kaybediyor...
- Evet ama yatırım rakamlarına baktınız mı?
DEĞERLİ okurlarım, bugün, 2007 başlarında bir okurumdan aldığım mektuba verdiğim cevabı özetleyeceğim. İznini alamadığım için okurumun adını vermiyorum. İlginç bulacağınızı sanırım!
“Önce ‘iç barışı sağlamış bir Türkiye’ özleminiz üzerinde duralım. Türkiye yüz yıllardır bu özlemi gerçekleştirmek için çaba vermektedir. Ancak daha eskiyi bir kenara bırakınız, birinci dünya savaşından bu yana Türkiye’nin barış içinde olmaması için her türlü çaba dış ülkeler tarafından harcanmıştır. Türkiye’yi oluşturan bütün etnik ve dinsel gruplar ayaklandırılmak için emperyalist güçler çaba harcamıştır. Osmanlının sonu Sevr’dir. Avrupa’nın gerçek isteği de budur, bunun da ötesidir. Onlara göre Türkiye’nin Avrupa’da da Küçük Asya’da da yeri yoktur. Türkler buralardan sökülüp atılmalıdır.
Bana son 50 yıldır Türkiye’nin bir ihtilafını gösteriniz ki Batı, Türkiye’yi desteklemiş olsun. Ege kıta sahanlığı konusunda mı, Ermeni konusunda mı, Kıbrıs konusunda mı, PKK konusunda mı Batı Türkiye’nin yanında yer almış, bizi desteklemiştir? Türkiye, kendi sınırlarını Batı güçlerine rağmen kendisi çizmiş tek Müslüman ülkedir. Türkiye’nin iç barışa ulaşabilmesi, Batı ile uzlaşmaktan değil Batıya karşı güçlü ve
DEĞERLİ okurlarım, Türkiye’deki Ermeni kökenlilerimiz Türk diplomatlarının Asala adındaki kanlı terör örgütü tarafından teker teker katledildikleri dönemde, çok önemli bir görev ifa ettiler. Patrikleri ve cemaatlerinin önde gelen üyeleri ile bu kanlı terör örgütünün cinayetlerine karşı çıktılar. Bu karşı çıkışlarının ve yurt dışında diaspora ile yürüttükleri sessiz görüşmelerin Asala terörünün sona ermesinde çok önemli rolü oldu. Bütün dünya gördü ki; Türkiye Ermenileri, kendi atalarının kanı adına yürütülen kanlı terörü tasvip etmiyorlar.
Belki de Ermeni olmayan bizler ne kadar 1914’te atalarımızın bilinçli, planlı bir soy kırım yapmadığına inanıyorsak, Asala terörüne karşı çıkan Türkiye’deki Ermeni önderler de atalarının bir soy kırıma uğradığına samimiyetle inanmışlardı. Ama bu, onların 80 - 90 yıl önce olan olaylar için bu gün masum Türklerin öldürülmelerine karşı çıkmalarını engellemedi.
Yahudi kökenlilerimiz de gene defalarca Amerika’da ve Avrupa’da Türkiye’nin tezlerini desteklemek için ciddi çabalar harcadılar. Kıbrıs konusu, AB konusu, soykırım konusu bunlardan bazılarıdır. Bu konularda Üzeyir Garihlerin, İshak Alatonların, Jak Kamhilerin ve daha nicelerinin verdikleri
DEĞERLİ okurlarım, köşe yazılarımda zaman zaman İzmir’in güzel eserler veren insanlarından bahsederim. İzmir, ülke çapında eski önemli yerine kavuşacaksa, bu sadece kentimizin ekonomik gelişmesi ile değil, ulusal ve uluslar arası düzeydeki kültürel ve sosyal aktivitelerinin nicelik ve nitelik bakımdan artması ile de olacaktır.
Ben de bu yazımda ilerlemiş yaşlarına karşın İzmir için hizmet üreten iki genç ruhlu İzmirliye teşekkür etmek istiyorum.
Bunlardan biri başarılarla dolu iş hayatını büyük oranda noktaladıktan sonra, eser üzerine eser vermeye devam eden Melih Gürsoy. Melih Gürsoy yaşamını titizlikle işlemiş. Bir yaşam alanında Makine Yüksek Mühendisi: Robert Kolej; sonra Amerika Birleşik Devletlerinde. Ve, dünya devleri ile rekabet eden başarılı sanayi yatırımları. Ömür boyu, yumuşacık dost bir kişilik ile birleştirilmiş disiplinli, ciddi, dinamik bir işadamlığı.
Diğer yaşam alanında ise keyifle okunan, bilgi dolu eserler veren bir araştırmacı yazar Melih Gürsoy! 1989’dan bu yana tam 8 kitap yayınlamış. Bunlar 11 üniversitenin kütüphanesine girmiş. Son eseri, bu yıl Nisan ayında yayınlanan “Ekonomik ve Finansal Krizler, Dünü ve Bugünü”. Her ne kadar kitabın isminde
DEĞERLİ okurlarım, geçen gün Ahmet Altan şunları yazıyordu, “Biz endişesi bol bir ülkeyiz ama sanırım yanlış konularda endişeleniyoruz. Saygınlık, güvenilirlik, tutarlılık konularında pek endişelenene rastlamıyoruz. Askerimizin, yargımızın, medyamızın endişeleri var ama bu endişeler hep ‘vatanla’ ilgili. Vatan ‘bölünecek’ diye endişe ediyorlar, vatana ‘irtica gelecek’ diye endişe ediyorlar. Vatan yerine kendi işlerini iyi yapmakla ilgili endişeleri olsa ‘vatan’ konusunda bir endişe kalmayacak hâlbuki. Askeri asker, hukukçusu hukukçu, gazetecisi gazeteci olan toplumların ‘vatanlarına’ pek bir şey olmuyor çünkü. Herkes mesleğinin gereğini yaptığı zaman toplum da vatan da sağlamlaşıyor. ”
Bazı entelektüellerimizde benim pek anlayamadığım bir düşünce yapısı var. Bir konuya kendilerini kaptırmışlarsa her şeye o açıdan bakarlar. Sözlerinin aksini kanıtlayan örnekler gözlerinin önünde durur. Görmezler, görmek istemezler! Ahmet Altan yukarıdaki satırlarında mesleklerini iyi yapan insanların toplumlarında vatana bir şey olmadığını söylüyor.
Söylüyor ama Türkiye’nin hemen batısında bu sözlerini yalanlayan iki ülke var. Bunlardan biri Yugoslavya, diğeri Çekoslavakya. Bu ülkelerden
DEĞERLİ okurlarım, bugün bana sıkça sorduğunuz iki soruyu cevaplayacağım. (1) Altın fiyatları neden fırladı? (2) Dubai neden batıyor?
Aslında her ikisinin de cevabı çok basit ve tek. Ama önce olaylara bir bakalım.
Tarihçesine bakacak olursanız Temmuz 1944’te imzalanan Bretton Woods anlaşması ile dünya para sistemi altına çıpalanmıştı. Anlaşmaya göre ABD Merkez Bankası, talep eden herkese bir ounce (31 küsur gram) altını 35 dolara satmayı ve aynı fiyata da almayı kabul ediyor, yani altın standardına geçiyordu. Diğer bütün büyük devletler de kendi paralarını dolara bağlıyorlardı. Bu istikrar dönemi 1960’larda Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün doların aşırı değerli olduğu yönündeki beyanları ile sarsılmaya başladı. Sonunda Amerika, artan talepler ile stoklarının erimesi sonucunda önce sadece yabancı merkez bankalarının resmi talepleri ile altın satacağını duyurdu. Bir süre sonra da bu satışlardan tamamıyla vazgeçti. Altın ve dolar serbest dalgalanmaya bırakılmış oldu.
Şayet Amerika 1970’li yıllarda OPEC petrol kartelinin kurulup petrol fiyatlarını hızla yükseltmesi sonucunda doğan dış ticaret açıklarını dengeleyebilmiş olsaydı belki dünyada ekonomik istikrar gene de
DEĞERLİ okurlarım, Bayramlar küskünlüklerin ortadan kaldırıldığı, sevginin paylaşıldığı günlerdir. Ben de bu gün sadece güzel şeylerden bahsetmek isterdim. Ama NTV’nin “Basın Odası” adlı programında öyle bir yorum yapıldı ki o yoruma ve yoruma konu olan olaya değinmeden yapamayacağım.
DTP genel Başkanı Ahmet Türk’ün İzmir’e gelişinde, DTP araçlarından oluşan konvoya infial içinde hücum eden bir grup halk ile konvoydakilerin kavgası “Basın Odası” programında yorumlanıyor. Programı Ruşen Çakır yönetiyor. Nuray Mert, Mehmet Y.Yılmaz, Mustafa Karaalioğlu olayı yorumluyorlar. Karaalioğlu’nun yorumu şöyle. Ona göre İzmir’de Kürtlere karşı büyük bir öfke birikimi olmuş. Medeni, aydın, ilerici olduğu söylenen bu kentin “medeni” insanları en ilkel silah olan taşlarla Kürt hemşehrilerine saldırıyorlar. Karaalioğlu, Kürtlere karşı böyle bir öfke ve nefretin nasıl oluştuğunu anlayamadığını vurguluyor. Ve ekliyor, bu saldırı olayının, “Kürt Açılımı” ile hükümetin ne denli doğru bir proje geliştirdiğini ortaya çıkardığını vurguluyor.
Eğer İzmir’de yaşamıyor olsam, eğer İzmir’de Kürt kökenlilerimize karşı hiçbir ayırım yapılmadığını, bu güne karar ne sokaktaki Kürt vatandaşlara, ne de Kürt