GEÇTİĞİMİZ hafta gazetelerimizde şu konu tartışıldı.
1-Yargı nasıl oluyor da Türk Milleti adına karar verir?
2-Kararı veren hakimlerin hesap verecekleri bir “makam” yok!
İlk önce mahkemelerin millet adına karar vermesinin mantığı üzerinde duralım. Bu yakınmaların kökeninde şöyle bir savunma var:
“Yargıçlar milletin oyuyla, yani seçimle gelmediler ki Millet adına karar versinler. Onlar atanmış devlet memurudurlar. Dolayısı ile millet adına karar veremezler!”
Bu mantık kökünden yanlıştır. Öncelikle dünyada tüm yargıçlar “millet adına”, “vatandaşların bütünü adına”, “halk adına” karar verirler. ABD’de savcıların açtığı davaların tümünde savcının dahi Amerikan halkını temsil ettiği varsayılır ve o dava “Halk, ‘ABC’ Şirketine Karşı” ya da “Halk, Bayan/Bay ‘ABC’ye Karşı” diye anılır.
Amerikan’ın bu günkü anayasası 4 Mart 1789’da yürürlüğe girmiştir. Bu anayasada tanımlanan Yüksek Mahkeme, sadece 16 yıl sonra, 1805 yılında ABD Başkanı John Adams’ın Amerikan-Fransa Harbi’nde Fransa’ya mal götüren gemilere el konulması ile ilgili olarak verdiği kararı, anayasaya aykırı olduğunu söyleyerek geçersiz saymıştı.
DEĞERLİ okurlarım, bugün kısa kısa üç konuya değinmek istiyorum.
Eşcinsellik hastalık mıdır?
Aile konularından sorumlu bakanımız kalktı, “Eşcinsellik hastalıktır, tedavi edilmelidir” diye beyanat verdi... Bu konu belki bundan 40 yıl önce Batı ülkelerinde de tartışılıyordu. Ancak o yıllarda bilim şöyle bir sonuca ulaşmıştı: Eşcinsellik bir hastalık olmadığı gibi (bugün Türkiye’de hala en toleranslı ağızlardan duyduğumuz şekilde) bir cinsel tercih de değildir. Nasıl çoğunluğumuz nedenini açıklayamadığımız şekilde karşı cinse ilgi duyuyorsak, insanların bir bölümü de, gene nedenini açıklayamadıkları şekilde, kendi cinslerinden insanlara ilgi duyarlar. Bu ne bir hastalıktır ne de bir tercihtir.
Beni üzen değerli okurlarım, ülkemin bir bakanının 40 yıl önce halledilmiş bir bilimsel konudan bu denli habersiz olmasıdır. Daha ötesi bu konuda bir söz söylemeden önce konuyu şöyle internetten dahi incelememiş olmasıdır.
Bir de şunu söyleyeyim, eşcinsellerin birbirleri ile evlenme talebi, miras hukukundan doğuyor. İki eşcinsel ömürlerini birlikte geçiriyorlar ama biri ölünce içinde yaşadıkları ev, eşyaları belki ölenin parası ve diğer varlıkları onu dışlamış, hiç aramamış kan
DEĞERLİ okurlarım, demokrasilerde devlet mekanizması bir kişinin diktatör olmasını önlemek üzere yapılandırılmıştır. Bu, demokrasilerin tarihi gelişmesinin gereğidir.
Monarşilerde kral yani monark, Allah’ın kutsal düzeninin gereği olduğunu iddia ettiği bir yapıda ülkesini tek başına yönetirdi. Ülke onun “mülk”ü, vatandaşlar da onun tebası idi.
İşte “Allah’ın kutsal düzeni” diye yutturdukları bu düzen, yüzyıllarca insanları müthiş bir korku ve kan ile yönetmişti. İnsanların uyanmasından sonra Batı ülkelerinin bu kanlı despotlardan ve gücü eline geçiriverince onların yerini alan diktatörlerden kurtulması çok uzun ve kanlı bir mücadelenin sonucu olmuştur. Yurttaşları çağdaş eğitim ve kültür düzeyine ulaşmamış olan ülkeler hala başlarındaki despotlardan kurtulamamışlardır.
İşte çağdaş demokrasilerin teşkilatlanmaları bu nedenlerle, seçimle de gelmiş olsa bir kişinin diktatörleşmesini önleyecek bir mekanizmayı yürürlüğe koymuştur. Bu mekanizma nedir?
1. Millet temsilcilerinin halkın tamamının oyları ile seçilerek, ülkenin yönetilmesi için gerekli olacak kuralları, yani başta devletin temel yapısını belirleyen Anayasa ile diğer tüm yasaları yapması. Buna “yasama erki” denmiş.
2.
DEĞERLİ okuyucularım, genelde üretimle işsizlik rakamları ters istikamette hareket ederler! Üretim düşerken işsizlik artar, üretim artarken işsizlik düşer. Ama bu günlerde öyle olmuyor!
Gazete haberlerinde görüyorsunuzdur, işsizlik gene yüzde 14’ün üzerine çıktı. Halbuki sanayi üretimi de, sanayi üretimine hammadde ve makina sağlayan ithalat da artıyor. Peki ne oluyor da sanayi üretimi artarken işsizlik azalmıyor, aksine artıyor? Bu artan üretimi yapabilmek için işçi istihdam edilmesi gerekmez mi?
Sakın şöyle bir düşünceye kapılmayın: “Devlet rakamlarla oynuyor. Halkı kandırıyor!” Çünkü bu ilk bakışta ters gibi görünen durumun mantıklı bir açıklaması var. Ama önce bir istatistiklere göz atalım:
En doğru ölçümü yapan, “Mevsim ve Takvim Etkilerinden Arındırılmış” Toplam Sanayi Üretim Endeksi 2008’in Ocak ayında yüzde 120 mertebesinde iken, krizin etkisi ile her ay azalarak 2009 Ocak ayında 98’e gerilemişti, yani yüzde 18’in üzerinde bir düşüş. Ancak sanayi üretimi 2009 yılı içinde global ekonomide ve Türkiye ekonomisinde krizden çıkış belirtileri ile birlikte yeniden artarak 2009 Aralık ayında 108.4’e kadar yükseldi. Ocak ayından bu yana artış yüzde10.6.
İthalat ile
DEĞERLİ okurlarım, ben ilkokulu İzmir’de okurken henüz tramvaylardan vazgeçilip troleybüslere geçilmemişti.
Tramvaylara arka kapıdan binilir, ön kapıdan inilirdi.
Tramvayın arkasında ve önünde “sahanlık” denilen bir bölüm olurdu. Vatman orada tramvayı kullanırdı.
Tramvay her iki yöne de gidebilirdi.
Sahanlıktan oturma bölümüne sürgülü bir iç kapıyla geçilir, bu kapının üzerinde “ÖN KAPIDAN İNİNİZ” diye büyük harflerle yazılmış bir yazı olurdu.
Biletçi tramvay kalabalıklaşınca yolcuları, “Ön tarafa geçelim” diye uyarırdı.
İnecekler ön sahanlığa geçerler, tramvayın durağa gelmesini beklerlerdi!
DEĞERLİ okurlarım, başlıktaki acayip İngilizce deyim “kontincinsiy plenning” diye okunuyor. Bu deyimle Amerika’da danışmanlık yaptığım yıllarda tanıştım! Bakın nasıl:
Kansas eyaletinin küçük Wichita kentinde bir kuruluşun yönetim kuruluna organizasyon yapıları ile ilgili sunum yapıyorum. Yönetim Kurulunda, Afrika kökenli bir Amerikalı çok akılcı sorular soruyor. Toplantı sonrasında yanıma geliyor, teşekkür filan laflarından sonra, “İngilizcenizde biraz aksan var, nerelisiniz?” diye soruyor. Türk olduğumu duyunca çok güzel bir Türkçe ile konuşmaya başlıyor. Bu sefer şaşırma sırası bende. Küçük bir Amerikan kasabasında Türkçe konuşan bir zenci!
Türkçeyi nerde öğrendiğini soruyorum. Kendisinin silahlı kuvvetlerden emekli bir yarbay olduğunu, ABD Kara kuvvetlerinin Monterrey, California’da bir ordu dil okulu bulunduğunu; orada dünyanın hemen bütün dillerinin öğretildiğini anlatıyor. Soruyorum:
“Neden Türkçe?”
Gülüyor, “Benim ödev kentim İstanbul!”
“Nasıl yani?”
“Ben, Amerikan Silahlı kuvvetleri İstanbul’a girdiğinde, Türk sivil savunma ekiplerinin yolumuzu şaşıralım diye değiştirip karıştıracakları sokak isimlerini yerli yerlerine takmakla görevliyim. Emekli olmama rağmen
DEĞERLİ okurlarım, Olayı artık hepimiz biliyoruz. Erzincan Başsavcısı iki dini cemaatı incelemeye alıyor. Buna Erzurum “özel yetkili” savcılarından itiraz geliyor, “Terör olaylarını incelemek bizim görevimiz. İncelemeyi durdur, dosyaları bize gönder.”
Bir rivayet: hükümetteki bakanlardan biri de Erzincan Başsavcısı’na telefon edip konuyu kapatması için baskı yapıyor. Sonuçta dosyalar Erzurum’daki özel yetkili Savcılara gönderiliyor. Ama konu burda kapanmıyor! Özel yetkili Savcılar, Erzincan Başsavcısı’nın makamını ve evini aramak için karar çıkartıyor ve aramayı yapıyor. Sonunda Erzincan Başsavcısı’nın tevkifini istiyorlar. Başsavcı tutuklanıp hapse konuluyor.
Ancak Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) bu duruma müdahale ediyor. Erzincan savcısının sorgulanıp gözaltına alınması işlemlerinde Özel Yetkili Savcıların yetkilerinin dışına çıktıklarını belirterek bu savcıların yetkilerini kaldırıyor.
“Kızılca kıyamet” de kopuyor! Hükümet ve iktidar partisi, çeşitli ağızlardan HSYK’yı “kanunsuzluk”, “yetki gaspı”, “yargıya müdahale” gibi çok ağır, yasalarımızda ceza gerektiren suçlarla itham ediyorlar.
Gelin görün ki ülkenin en üst yargı organları, Danıştay, Yargıtay, Yargıtay
DEĞERLİ okurlarım, ülkeyi laik demokratik çizgisinden saptırıp, çeşitli mezhep, tarikat, cemaat ve inançların çekişeceği bir kaotik ortama doğru sürüklemek için elden gelen yapılıyor. Bu mücadelenin bir yansımasını da son günlere Cumhuriyetimizin ve demokrasimizin en önemli teminatlarından biri, belki de en önemlisi olan yargı ile yürütme arasındaki çekişmede izliyoruz.
Benim hatırladığım dönem içinde Cumhuriyetimiz böylesine kaotik, böylesine sorunlarını çözümleyemez bir halde bırakılmamıştı. Ülkemizi bu durumda görmemiş olsaydım.
Ben bu gün bambaşka bir ülkede bambaşka bir dönemden bahsetmek istiyorum.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeyiz. Yıl 1970’lerin başları. Nixon ikinci dönem başkan seçilmiş. Ancak seçim kampanyası esnasında demokrasiye müdahale niteliğinde bir olay cereyan etmiş. Nixon’un seçım ekibi, ajanlar kullanarak rakip partinin seçim bürosuna girmiş. Bazı evrakları kopyalamış. Skandal Washington Post gazetesinin iki genç muhabiri tarafından ortaya çıkarılmış. Sonuçta bir özel savcı konuyu soruşturmakla görevlendirilmiş. Emrine soruşturma savcıları verilmiş.
Savcılar hukuk ağını büyük bir sabırla örüyorlar. Ve sürdükleri iz onları Beyaz Saray’da Nixon’a kadar